Antik Dünyada Din

Tanım

Joshua J. Mark
tarafından yazıldı, Burak Yildiz tarafından çevrildi
23 Mart 2018 tarihinde yayınlandı
X
translations icon
Diğer dillerde mevcut: İngilizce, Arapça, Fransızca, İspanyolca
Sumerian Worshipper Statue (by Osama Shukir Muhammed Amin, Copyright)
Ayakta İbadet Eden Sümerli Adam Heykel
Osama Shukir Muhammed Amin (Copyright)

Din (Latince Religio, yani ''kendini dizginlemek'' ya da Cicero'ya göre Relegere, yani ''tekrarlamak, baştan okumak'' ya da büyük ihtimalle Religionem, yani ''kutsal olana saygı göstermek''), üstün bir manevi tecrübe ekseninde gelişen ya da bu tecrübeye öncülük eden inanç ve uygulamalardan oluşan organize bir sistemdir. İnsan tarihinde dinin bir biçimini uygulamayan hiçbir kültür kaydedilmemiştir.

Antik (Kadim) zamanlarda din, günümüzde ''mitoloji'' adıyla bilinen olgudan ayırt edilemezdi ve dünyayı ile onu sarmalayan kozmosu var eden ve sürdüren tabiatüstü yüce varlıklara duyulan inanış temelinde gerçekleştirilen düzenli ritüellerden oluşmaktaydı. Söz edilen bu yüce varlıklar antropomorfik (insan biçiminde) bir yapıya sahip olup kimi zaman içinde bulundukları kültürün değerlerine yakından ayna tutan (Mısır'da olduğu gibi) kimi zamansa bu değerlere aykırı (Yunan tanrılarında görüldüğü gibi) eylemlerde bulunan davranışlar sergilemişlerdir. Gerek o zaman gerekse günümüzde din, insan durumunun manevi yönüyle, tanrılar ile tanrıçalarla (ya da tek bir özel tanrı ya da tanrıçayla), dünyayı yaratmakla, insanın dünyadaki konumuyla, ölüm sonrası yaşamla, ebediyetle ve hem bu dünyada hem de öbür dünyada yaşanacak sıkıntılardan nasıl kurtulacağıyla ilgilenmiş ve bu bağlamda her toplum kendine has bir görüntü ve benzerlik içinde kendine ait bir tanrı yaratmıştır. Yunan filozof Kolofonlu Ksenofanes (yaklaşık M.Ö. 570-478) bir keresinde şöyle yazmıştı:

Reklamları Kaldır
Advertisement

Fani insanlar tanrıların doğduklarını ve kendi kıyafetleri, sözleri ve biçimleri olduğunu sanırlar. Ne var ki öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ya da insanlar gibi elleriyle resim yapıp eserler oluşturabilselerdi, o takdirde atlar tanrıların at benzeri, diğer yandan öküzler de öküz benzeri suretlerini resmeder ve bunların her biri kendilerine özgü vücutlara biçim verirlerdi. Etiyopyalılar tanrıların düz burunlu ve siyahi olduğunu düşünür; Traklar ise mavi gözlü ve kızıl renk saçlı olduklarını.

Ksenofanes, "tanrılar ile insanlar arasında en büyüğü olan, beden ile akıl bakımından fanilere hiç benzemeyen tek bir ilâh" bulunduğuna inanıyordu ki bu konuda kendisi bu hususta azınlığa düşüyordu. Tek tanrıcılık, Yahudiliğin öngörü sahipleri ve peygamberlerinin dışındaki antik (kadim) insanlara mantıklı gelmiyordu. Pek çok insan, en azından eldeki yazılı ve arkeolojik verilerden anlaşılabildiği ölçüde, aralarında her birinin farklı bir etki alanı olan pek çok tanrıya inanıyordu. Kişinin özel yaşantısında gereksinimlerini sağlayan tek bir kimse yoktur; bütünlüğe erişmek ve yaşantısını idame ettirmek amacıyla kişi birbirinden pek çok farklı türden insanla etkileşime girer.

ANTİK (KADİM) DÖNEMDEKİ İNSANLARA KALIRSA, TEK BİR TANRININ BIR BIREYİN İHTİYAÇLARININ TAMAMINI KARŞILAMASI PEK MÜMKÜN DEĞİLDİ.

Günümüzde yaşayan bir kimsenin yaşantısı süresince anne ve babası, kardeşleri, öğretmenleri, arkadaşları, sevgilileri, işverenleri, doktorları, benzin istasyonundaki görevlileri, su tesisatçıları, politikacıları, veteriner hekimleri ve benzerleriyle etkileşimi söz konusudur. Antik (Kadim) dönemlerde olduğu gibi, bu noktada da hiçbir kişi tüm bu görevleri yerine getiremez ya da bir bireyin her türlü ihtiyacını tek başına karşılayamaz.

Reklamları Kaldır
Advertisement

Bu açıdan bakıldığında, antik (kadim) dönemdeki insanlara kalırsa, tek bir tanrının bir bireyin ihtiyaçlarının tamamını karşılaması pek mümkün değildi. Tıpkı kişinin hasta köpeği varken tesisatçıya gitmeyeceği gibi, aşkla alakalı bir meselede de kimse gidip bir savaş tanrısıyla iletişime geçmezdi. Kişi eğer kalp kırıklığı çekiyorsa, aşk tanrıçasına giderdi; savaşta kazanmak istiyorsa, ancak o takdirde isterse savaş tanrısına başvururdu.

Antik (Kadim) dünyadaki dinlerde bulunan pek çok tanrı, bu vazifeyi ilgili oldukları alanlardaki uzmanlıklarıyla icra etmişlerdir. Hatta kimi kültürlerde belirli bir tanrı ya da tanrıça o kadar rağbet görürdü ki, kültüre has çeşitlilik anlayışından öteye geçerek öylesine etkili ve her yönü kapsayan bir konum elde ederdi. Böylece, bu durum çok tanrılı bir kültürü adeta tek tanrılı bir kültüre dönüştürürdü.

Reklamları Kaldır
Advertisement

West Pediment of the Parthenon (Reconstruction)
Parthenon'un Batı Alınlığı (Rekonstrüksiyon)
Tilemahos Efthimiadis (CC BY-SA)

Çok tanrıcılık (Politeizm) pek çok tanrıya ibadet etmek anlamına gelirken, henoteizm (Türkçe’deki karşılığı: Bir Tanrıcılık) tek bir tanrıya pek çok biçimde ibadet etmek anlamına gelir. Anlayışta yaşanan bu değişim antik (kadim) dünyamızda son derece nadir görülen bir durumdu ve Mısır'ın tanrıçası İsis ve tanrısı Amon, farklı şekillerde kabul edilen bir tanrısal varlığın pek çoğundan evrenin yüce yaratıcısına ve koruyucusuna farklı biçimlerde tanınan mutlak üstünlüğüne en iyi örneklerdir.

Bahsedildiği kadarıyla, antik (kadim) kültürlerin her biri bir nevi dinin uygulamalarını gerçekleştirmiştir, ne var ki dinin nereden çıktığı tam manasıyla tespit edilememektedir. Mısırlıların dininin kökeninde Mezopotamya dininden esinlenme olup olmadığı konusundaki tartışmalar bir asırdan fazla bir süredir sürmektedir ve çözüme kavuşmaya başladığı zamankinden daha yakın değildir. Her kültürün, tabiat hadiselerini (gece ile gündüz, mevsimler) izah etmek ya da insanların kendi gündelik yaşantılarını ve içinde bulundukları belirsizlik dolu durumu anlamlandırmalarına katkı sağlamak maksadıyla tabiatüstü varlıklara yönelik kendi inançlarını geliştirmeleri kuvvetle muhtemeldir.

Her ne kadar dinin kökenlerini araştırmaya teşebbüs etmek kültürel etkileşim açısından enteresan bir çalışma olsa da, insanların içindeki dinsel dürtünün yalnızca insanlığın bir ürünü olduğu ve farklı bölgelerdeki farklı kültürlerin birbirinden farklı olarak gündelik yaşantının manası konusunda birbirleriyle örtüşen neticelere varmış olabilecekleri gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, bu tür bir çalışmanın yapılması zaman ayırmaya pek de değecek bir uğraş gibi görünmemektedir.

Reklamları Kaldır
Advertisement

Queen of the Night or Burney's Relief, Mesopotamia
Gecenin Kraliçesi ya da Burney Rölyefi, Mezopotamya
Osama Shukir Muhammed Amin (Copyright)

Antik (Kadim) Mezopotamya'da Dinin Yeri

Pek çok kültürde olduğu gibi 'medeniyetin beşiği' olarak kabul edilen Mezopotamya, dinin de ortaya çıktığı yer olarak gösterilmektedir. Dinin Mezopotamya'da ne zaman yayıldığı tam olarak bilinmemekle birlikte, dini uygulamaların ilk yazılı kayıtları M.Ö. 3500'lere, Sümerlere aittir. Antik (Kadim) Mezopotamya dinsel inançlarına göre insanlar tanrılarla işbirliği içindeydi ve zamanın başlangıcında yüce tanrılar tarafından kontrol edilen karmaşayı durdurmak konusunda hem kendileri hem de tanrılar adına çalışıyorlardı. Bu düzen tanrılar sayesinde karmaşadan ortaya çıkmıştır ve bu düşünceyi yansıtan en yaygın mitlerden birinde büyük tanrı olan Marduk'un Tiamat'ı ve dünyayı yaratmak amacıyla oluşan karmaşayı yendiği anlatılmaktadır. Bu konuda tarihçi D. Brendan Nagle şöyle bahseder:

Tanrıların görünürde elde ettikleri zafere rağmen, karmaşa yaratan etmenlerin yeniden güç kazanıp tanrıların yarattığı bu düzeni altüst etmeyeceğinin hiçbir güvencesi yoktu. Gerek tanrılar gerekse insanlar karmaşanın getirdiği güçleri dizginlemek maksadıyla sürekli bir mücadele içindeydiler ve her birinin bu çarpıcı mücadelede kendine düşen bir payı bulunmaktaydı. Antik (Kadim) Mezopotamya kentlerinin sakinlerinin üzerine düşen sorumluluk, dünyayı yönetmek adına ihtiyaç duydukları her türlü desteği tanrılara sağlamaktı. (11)

TANRILAR İNSANLARIN GÜNDELİK YAŞANTISINDAKİ İHTİYAÇLARIYLA YAKINDAN İLGİLENEREK YAPTIKLARI HİZMETLERİN KARŞILIĞINI VERMİŞLERDİR.

Aslına bakılırsa insanlar tam da bu maksatla yaratılmışlardır: Her iki tarafın da faydasına olacak bir amaç doğrultusunda tanrılarla birlikte ve tanrılar adına çalışmalar yürüteceklerdir. Kimi tarihçilerin ileri sürdüğü Mezopotamya halkının tanrıların kölesi olduğu yönündeki sav savunulamaz niteliktedir, zira bu insanların kendi konumlarını ortak çalışan kimseler şeklinde algıladıkları gayet net bir şekilde ortadadır. Tanrılar insanların gündelik ihtiyaçlarıyla yakından ilgilenerek yaptıkları hizmetlerin karşılığını vermişlerdir (örneğin bu insanlara tanrıların içeceği olan birayı vererek) ve yaşadıkları dünyanın düzenini sağlamışlardır. Söz konusu bu tanrılar insanların gereksinimlerini yakından biliyorlardı, zira bu varlıklar göklerde yaşayan uzaktaki varlıklardan ibaret olmayıp, kendileri adına yeryüzünde halkları tarafından inşa edilmiş konutlarda ikamet ediyorlardı; ki bu mekânlar her Mezopotamya kentinde bulunan yükselen ibadet mekânlarıydı.

Yükselen zigguratların hâkim olduğu tapınak yapı kompleksleri tanrıların hakiki meskenleri olarak kabul edilirdi ve bu tanrıların heykellerine rahipler ve rahibeler her gün tıpkı bir kral ya da kraliçeye bakar gibi bakar, bunları besler, yıkar ve giydirirlerdi. Mesela Marduk'un heykeli, onu onurlandırmak amacıyla kutlanan festival sırasında tapınağın dışında Babil kentinin içinden geçirilerek temiz hava ile güneşin tadını çıkarırken güzelliğinin farkına varması amaçlanırdı.

Reklamları Kaldır
Advertisement

Ishtar
Ishtar (İştar)
Fae (Public Domain)

İnanna aşk, cinsellik ve savaş tanrıçası sıfatlarıyla büyük ölçüde hürmet edilen, rahipleri ya da rahibeleri tarafından heykeline ve mabedine sadakatle ihtimam gösterilen bir diğer muktedir tanrıydı. İnanna, yeraltına inip yeniden yaşama dönen, toprağa bolluk ve bereket getiren, ölüp dirilen tanrı figürünün bilinen en eski örneklerinden biri olarak kabul edilir. Kendisine yapılan ibadet o kadar yaygındı ki, bu inanış güneydeki Sümer bölgesinden tüm Mezopotamya'ya yayılmıştı. Akadlar'ın (ve sonraki Asurlular'ın) İştar'ı, Fenikeliler'in Astarte'si, Hurriler'in-Hititler'in Šauška'sı (Shaushka) olmuş ve Yunanlılar'ın Afrodit'i, Mısırlılar'ın İsis'i ve Romalılar'ın Venüs'ü ile ilişkilendirilmiştir.

Akad İmparatorluğu'ndan (yaklaşık M.Ö. 2334-2150) başlayarak Asur İmparatorluğu (yaklaşık M.Ö. 1813-612) ve sonraki dönemlerde tapınaklar Mezopotamya tarihi boyunca kent yaşamının merkezi olmuştur. Tapınaklar pek çok farklı kapasitede hizmet veriyordu: Din görevlileri yoksullara tahıl ve artan malları dağıtıyor, yardıma muhtaç kimselere danışmanlık yapıyor, tıbbi hizmetler sunuyor ve tanrıların onuruna düzenlenen görkemli festivallerin sponsorluğunu üstleniyordu. Her ne kadar tanrılar insanlara yaşadıkları sürece yakın bir ihtimam gösterseler de, Mezopotamya'nın ölümden sonraki yaşamı, uzak dağların altında yer alan, ruhların su birikintilerinden kirli su içtikleri ve 'dönüşü olmayan topraklarda' ebediyen toprak yedikleri iç burkan bir öte dünyaydı. Bu iç burkan ebedi yuva düşüncesi, Mısırlıların yanı sıra onların komşuları olan Perslerinkinden de belirgin bir şekilde farklıydı.

Antik (Kadim) Pers Dinine Bakış

Erken dönem Pers inancı, M.Ö. üçüncü binyıldan önce Aryanların (''Hint-İranlılar'' olarak anlaşılması daha doğrudur) göç etmesiyle birlikte İran Platosu'na (''Pers platosu'', ''İran yaylası'' olarak da bilinir) ulaşmıştır. Bu ilk inanç, Ahura Mazda adlı yüce bir tanrının daha küçük tanrılara hükmettiği çok tanrılı bir inançtı. Bu tanrılar arasında en yaygın olanları Atar (ateş tanrısı), Mithra (doğan güneşin ve sözleşmelerin tanrısı), Hvar Khshsata (dolunay tanrısı) ve Anahita (bereket, su, sağlık, şifa ve bilgelik tanrıçası) idi. Söz konusu bu tanrılar, düzensizliğin ve karmaşanın kötü niyetli ruhlarına karşılık iyilik ile nizamın koruyucu güçlerini temsil ediyorlardı.

Peygamber ve öngörü sahibi Zerdüşt (''Zarathustra'' olarak da bilinir) M.Ö. 1500-1000 yılları arasındaki bir dönemde Ahura Mazda'dan bir vahiy aldığını ve bunun neticesinde bu tanrının evrenin tek yüce yaratığı, koruyucusu ve düzen sağlayıcısı olup yanında başka hiçbir tanrının varlığına ihtiyaç duymadığını anladığını öne sürmüştür. Bu vizyon, günümüzde hâlâ uygulanmakta olan dünyadaki en eski dinlerden biri olan Zerdüştlük dinine dönüşecektir.

Söz edilen bu inanca göre, insan yaşantısının amacı Ahura Mazda'yı ve hakikat ile düzenin yolundan (Asha) ayrılmamak ya da onun ebedi düşmanı Angra Mainyu'yu (''Ahriman'' adıyla da anılır) ve yalanın ve karmaşanın yolundan (Druj) ayrılmamak arasında bir tercihte bulunmaktır. İnsanların özünde iyilik barındırdığı ve özgür iradeleriyle söz konusu iki farklı yol arasında tercihte bulunabilecekleri düşünülürdü; bu yollardan hangisi seçilirse seçilsin insanın hem yaşantısı hem de ölümünden sonraki akıbeti hakkında bilgi sahibi olunurdu. Ölen biri yargılanacağı Chinvat Köprüsü'nden karşıya geçerdi.

Ahura Mazda'nın buyruklarına uyarak hayatını düzgün bir çizgide geçirenler Şarkı Evi'nin cennetindeki yaşamlarına kaldıkları yerden devam ederek ödüllendirilirken, Angra Mainyu tarafından kandırılmalarına göz yumanlar Yalanlar Evi'nin (druj-demana) bulunduğu cehenneme atılarak burada acımasızca azap görürler ve her ne kadar çevrelerinde ıstırap çeken öteki ruhlarla çevrili olsalar da ebediyen kendilerini yapayalnız hissederlerdi.

Her ne kadar akademisyenler çoğunlukla Zerdüştlüğü düalist bir din biçiminde nitelendirseler de, aslında Zerdüşt'ün her şeye gücü yeten tek bir tanrıya odaklanan monoteist (tek tanrılı) bir inanç kurduğu açık bir şekilde görülmektedir. Bu dinin düalist boyutları ilerleyen dönemlerde Ahura Mazda ile Angra Mainyu'yu Zurvan'ın (zaman) oğulları olarak birbirine kardeş sayan ve bizzat zaman kavramını her şeyin var olduğu ve ortadan kalktığı yegane yüce kudret haline dönüştüren ''Zurvanizm'' denilen sözde sapkınlıkla su yüzüne çıkmıştır.

Ayrıca Zerdüştlük, gelecekte bir tarihte bir Mesih'in (Saoshyant - Faydayı Sağlayan Kimse adıyla bilinir) Frashokereti (''Zamanın Sonu'') adıyla bilinen, Ahura Mazda ile yeniden birleşmeyi beraberinde getiren bir hadisede insanlığın kurtuluşu amacıyla geleceğine inanırdı. Söz konusu bu kavramlar ileride Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerini de etkileyecektir. İnsanlardan farklı ve her şeye gücü yeten tek bir tanrı inancı, firavun Akhenaton'un (hükümdarlık dönemi M.Ö. 1353-1336) geleneksel Mısır ritüellerini ile uygulamalarını ortadan kaldırıp bu ibadetlerin yerini tek tanrı olan Aton'a dayanan tek tanrılı bir sistemin aldığı Amarna Dönemi'nde ortaya çıkan Mısır dinini de derinden etkilemiş olabilir.

Mısır'da Dinin Yeri

Mısır dininde Mezopotamya inancına benzemekle birlikte, insanlar düzenin korunmasında tanrıların işbirlikçileri konumundaydı. Mısırlılar nezdinde ma'at adıyla bilinen "uyum" ilkesi insan yaşantısında (ve ölümden sonraki hayatta) en yüksek derecede öneme sahipti ve onların dini varoluşun her yönüyle tamamen iç içeydi. Bu Mısır dini sihir, mitoloji, bilim, tıp, psikiyatri, spiritüalizm (''öte âlemcilik'' ya da ''tinselcilik''), herbolojinin (otsu bitki bilimi) yanı sıra yüce bir kudrete ve ölüm sonrası yaşama duyulan inanç şeklinde tanımlanabilecek olan bugünkü 'din' anlayışının bir bileşimiydi. Bu tanrılar insanlara dosttu ve onlara içinde yaşayacakları en kusursuz toprakları sağlayarak ve dünyadaki yaşamları tamamlandığında keyfini sürecekleri ebedi bir yuva sunarak insanların hayrını istiyorlardı.

Bu inanç sistemi farklı gelişmelerle Mısır'ın köklü tarihi boyunca sürecek, yalnızca Akhenaton'un hükümdarlığı dönemindeki dini reformlarıyla sekteye uğrayacaktı. Onun ölümünden sonra antik (kadim) din, oğlu ve varisi Tutankamon (hükümdarlık dönemi M.Ö. 1336-1327 civarı) tarafından tapınakları tekrardan ziyarete açarak antik (kadim) ritüelleri canlandırarak yeniden restore edilmiştir.

Chain of Ankhs
Altın Ankh Zincirleri
Osama Shukir Muhammed Amin (Copyright)

Mısır dini uygulamalarına dair bilinen ilk yazılı kayıtlar M.Ö. 3400'lerde Mısır'daki ''Predinastik Dönem'' ya da ''Hanedanlık Dönemi Öncesi''ne (yaklaşık M.Ö. 6000-3150) aittir. İsis, Osiris, Ptah, Hathor, Atum, Set, Neftis (''Nephthys'' ya da ''Nebt-het'') ve Horus gibi tanrılar oldukça erken bir dönemde kabul edilmesi gereken etkili varlıklar olarak ortaya çıkmıştır. Mısır Yaratılış Efsanesi Mezopotamya hikâyesinin başlangıcıyla benzerlik gösterir; zira başlangıçta yalnızca karmaşık bir düzende, ağır ağır akan sular bulunmaktaydı. Bu okyanusun yüzeyinde topraktan bir tepecik yükselinceye kadar (''ben-ben'' olarak bilinen, piramitlerin sembolize ettiği düşünülen ilkel höyük) bu okyanus sınırları olmayan, derinliksiz ve sessiz bir yerdi ve büyük tanrı Atum (güneş) ben-ben'in üzerinde durup konuşarak tanrı Shu'yu (havanın), tanrıça Tefnut'u (nemin), tanrı Geb'i (toprağın) ve tanrıça Nut'u (göğün) dünyaya getirdi. Atum'un yanında sihrin simgesi olan Heka vardı ve sihir (heka) evrenin doğmasına yol açtı.

OSİRİS DAHA SONRA HAKİKAT SALONUNDAKI ÖLÜ RUHLARIN YÜCE HÂKİMİ SIFATIYLA HİZMET ETMİŞTİR.

Bu sırada Atum, Nut'u gelini olarak düşünmüştü ama Nut, Geb'e gönlünü kaptırdı. İki aşığın bu durumuna öfkelenen Atum, Nut'u göğün bir ucundan diğer ucuna, Geb'i de yerin bir ucundan öbür ucuna taşıyarak onları birbirinden ayırmıştı. Her ne kadar birbirlerinden gündüz ayrı kalsalar da geceleri bir araya gelmişler ve Nut'un Osiris, Set ile Horus adında üç oğlu ve İsis ile Neftis adlı iki kızı olmuştu.

Bunlardan en büyüğü olan Osiris dünyaya geldiğinde "Tüm Dünya'nın Efendisi" olarak ilân edilmiş ve kendisine kız kardeşi İsis eş olarak verilmişti. Kıskançlıktan gözü dönmüş olan Set, kardeşinden nefret eder ve tahta geçmek amacıyla onu öldürür. Ardından İsis kocasının cesedini mumyaladı ve yaptığı kuvvetli tılsımlarla Osiris'i dirilterek ölümden döndürüp Mısır halkına yaşam verdi. Daha sonra Osiris, Hakikat Salonu'nda ölülerin ruhlarının Yüce Hâkimi görevini üstlendi ve terazide ruhun kalbini tartıp kimin ebedi hayata kavuşacağına karar kıldı.

Öbür dünyadaki Mısır yaşamı ''Kamış Tarlası'' adıyla bilinirdi ve insanın en sevdiği ağaca, akarsuya ve köpeğine kadar dünyadaki yaşamın bir yansımasıydı. İnsanın hayatta sevdikleri ya geldiğinde onu bekliyor olacaktı ya da peşinden gelecekti. Dünyevi varoluşu ebedi bir yolculuğun yalnızca bir aşaması olarak gören Mısırlılar, bir sonraki evreye kolaylıkla geçiş konusunda o denli endişeliydiler ki, ruhun bu dünyadan öbür dünyaya geçişine katkıda bulunmak amacıyla detaylı mezarlarını (piramitler), tapınaklarını ve mezar yazıtlarını (Piramit Yazıtları, Mezar Yazmaları ile Ölüler Kitabı) ortaya çıkardılar.

Tıpkı zamanın başlangıcından beri yaşamda olduğu gibi ölüm sonrasında da tanrılar insanlara göz kulak olmuşlardır. Tanrıça Qebhet ölüler diyarındaki susamış ruhlara su getirir, Serket ve Neftis gibi diğer tanrıçalar da Kamış Tarlası'na yolculuk eden ruhlara göz kulak olur ve onları korurlardı. Antik (Kadim) bir Mısırlı, doğumundan ölümüne kadar ve hatta ölümünden sonra bile tüm kâinatın tanrılar tarafından düzene sokulduğunu ve her insanın bu düzen içerisinde bir yeri olduğunu anlamıştı.

Çin & Hindistan'da Dinin Yeri

Bu düzen ilkesi, günümüzde hâlâ uygulanmakta olan dünyanın en eski dininde de çok önem taşımaktadır: Hinduizm (mensupları tarafından Sanātana Dharma, ''Ezeli-Ebedi Yol/Din'' manasında bilinen, M.Ö. 5500 gibi erken bir tarihte, ancak muhakkak M.Ö. 2300 civarında ortaya çıktığı düşünülen). Her ne kadar genellikle çok tanrılı bir inanç olarak görülse de aslında Hinduizm henoteisttir (diğer tanrıların varlığını inkâr etmeden tek bir tanrıya tapınma). Hinduizm'de tek bir üstün tanrı vardır, Brahma ve diğer tüm tanrılar onun farklı yönleri ve yansımalarından ibarettir. Brahma insan aklının idrak edemeyeceği kadar muazzam bir kavram olduğundan, kendisini insanların Vişnu, Şiva ve diğerleri gibi tanrı olarak kabul ettiği pek çok farklı surette ortaya koyar. Hindu inanç sisteminde 330 milyon tanrı bulunmaktadır ve bunlar (''Krishna'' gibi) ulusal düzeyde bilinen tanrılardan tutun da daha az sayıda bulunan yerel tanrılara kadar uzanan bir yelpazede yer almaktadır.

Vishnu as Varaha, Udayagiri Caves
Hindistan'da Vidişa'da Udaigiri Mağaralarında Vişnu, Varaha
Jean-Pierre Dalbéra (CC BY)

Hinduizm'in temel anlayışı, evrenin bir düzeni olduğu ve bu düzende her bireyin kendine has bir yeri olduğudur. Bu gezegendeki her insanın yalnızca kendisinin yerine getirebileceği bir yükümlülüğü (dharma) bulunmaktadır. Şayet kişi bu vazifeyi doğru bir surette icra ederse (karma), o zaman yüce varlığa daha da yakınlaşarak ve nihayetinde Tanrı ile bütünleşerek ödüllendirilir; aksi takdirde, kişi hayatını nasıl sürdüreceğini anlayıp yüce ruhla bütünleşmeye daha da yakınlaşmak amacıyla gerekli olduğu kadar çok sayıda yeniden enkarne olur.

Budizm diye bilinen dini kuran ve ''Buddha'' olan Siddhartha Gautama tarafından bu inanç günümüze kadar taşınmıştır. Ne var ki Budizm'de insan bir tanrıyla değil, daha üstün tabiatıyla bütünleşme arayışı içindedir; zira ızdırap doğuran, aklını yitirmek ve ölüm korkusuyla bulandıran dünyanın aldatmacalarını ardında bırakır. Budizm öylesine büyük bir ilgi görmüştür ki Hindistan'dan Çin'e kadar yayılmış ve orada da eşdeğer bir etki yaratmıştır.

ANTİK (KADİM) ÇİN'DE DİNİN, SERAMİKLERIN ÜZERİNDEKİ DESENLERDEN DE ANLAŞILACAĞI ÜZERE, M.Ö. 4500 GİBİ ERKEN BIR TARİHTE ORTAYA ÇIKTIĞI DÜŞÜNÜLMEKTEDIR.

Antik (Kadim) Çin'de dinin, Banpo Köyü'ndeki Neolitik yerleşim alanında bulunan seramikler üzerindeki desenlerden de anlaşılacağı üzere, M.Ö. 4500 gibi erken bir tarihte ortaya çıktığı düşünülmektedir. Söz konusu bu imgeler, meşhur Çin ejderhasının (''loong'', ''long'' ya da ''lung'' olarak da bilinir) öncüleri olan tanınan hayvanları ve domuz-ejderhaları içermesi bakımından, bu erken dönem inanç yapısı animizm (canlandırmacılık) ve mitolojinin bir karışımı olabilir.

Xia Xia (okunuşu: Şia) Hanedanlığı (M.Ö. 2070-1600) döneminde, her konuya hâkim bir baş tanrı olan Şangti ile birlikte pek çok antropomorfik tanrıya tapınılıyordu. Atalara ibadeti benimseyen Shang Hanedanlığı (M.Ö. 1600-1046) döneminde de bu inanç ufak tefek değişikliklerle devam etmiştir.

İnsanlar Shangti'nin o denli çok sorumluluğa sahip olduğuna ve ihtiyaçlarını gideremeyecek kadar meşgul olduğuna inanıyordu. Bu nedenle, bir kişi öldüğünde tanrıların huzuruna çıktığı ve halk ile tanrılar arasında aracı olduğu düşünülüyordu. Her ikisi de atalara tapınmayı kendi inanç uygulamalarının temel ilkesi haline getiren iki büyük Çin inanç sistemi olan ''Konfüçyüsçülük'' ve ''Taoizm'' inanışlarının etkisi altına almıştır. Zaman içinde Shangti'nin yerine ölülerin ebediyen huzur içinde yaşayacağı bir cennet olan Tian (cennet) kavramına geçilmiştir.

Chinese Oracle Bone
Çin Kehanet Kemiği
BabelStone (CC BY-SA)

İnsanın dünyevi yaşantısından çıkıp cennetine girebilmesi yolundaki ilk adım, bir uçurum üzerindeki unutkanlık köprüsünden geçip, yaşamına dönüp son kez baktıktan sonra, her türlü anıyı arındıran bir kadehten içmekti. Köprüden geçerken kişi ya cennete layık görülür - ve böylece cennete giderdi - ya da buna layık görülmez - ve köprüden cehenneme atılmak üzere dipsiz uçuruma kayardı. Aynı senaryoya ait farklı rivayetlerde ruhun kadehten içtikten sonra reenkarne olduğu ileri sürülür. Öyle ya da böyle, yaşayanlardan köprünün diğer tarafına geçen ölen kişileri unutmamaları ve onların hatıralarını yaşatmaları beklenirdi.

Mezoamerika'da Dinin Yeri

Ölülerin hatırlanması ve onların yeryüzünde yaşayan insanların hayatlarında hâlâ oynadıkları rol, Mayaların inanç sistemi de dâhil olmak üzere tüm antik (kadim) dinlerde önemli bir unsurdu. Tanrılar Maya yaşantısının her alanında önemli rol oynarlardı. Tıpkı öteki kültürlerde olduğu gibi, her biri kendine has bir etkiye sahip olan pek çok farklı tanrı (250'den fazla) vardı. Bu tanrılar havayı, mahsulü kontrol eder, kişinin eş seçimini belirler, tüm doğumlarda varlığını sürdürür ve kişinin ölümü gerçekleştiğinde de yanında yer alırdı.

Bu tanrılar havayı, mahsulü kontrol eder, kişinin eş seçimini belirler, her doğumuna hükmedip ölümüne hazır bulunurlardı. Mayaların ölümden sonraki yaşamı karanlık ve kasvetli bir yer olması bakımından Mezopotamya'dakine benzemekle birlikte, Mayalar kişinin sürekli olarak yeraltı dünyasını (''Xibalba'' ya da ''Metnal'' olarak bilinir) mesken tutan iblis lordları tarafından saldırıya uğrama ya da tuzağa düşürülme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu daha da kötü bir akıbet hayali kuruyorlardı. Xibalba'ya (okunuşu: şibâlba) doğru yapılan yolculuğun yarattığı korku öylesine güçlü bir kültürel etkiye sahipti ki, Mayalar bir tür intihar tanrıçasını (Ixtab) onurlandıran tek antik (kadim) kültürdür, zira intihar eden kişilerin Xibalba'yı atlayıp doğruca cennete gideceğine inanılırdı (tıpkı doğumda ya da savaşta ölenler gibi). Mayalar hayatın döngüsel doğasına, ölmüş gibi duran her şeyin basit bir biçimde dönüşüme uğradığına inanıyor ve insan yaşantısının tabiatta kendi çevrelerinde gözlemledikleri türden bir modelin yalnızca bir parçası olduğunu düşünüyorlardı. Yaşamdan sonra ölümün tabii bir süreç olduğunu düşünüyorlar ve ölülerin yaşayanlara musallat olmak amacıyla geri dönmeleri gibi tabiata aykırı bir durumdan korku duyuyorlardı.

İnsanın birtakım nedenlerden ötürü (en önemlisi yanlış gömülme) yaşama tutunma ihtimali vardı ve bu yüzden ölüleri anmak ve onların ruhlarını onurlandırmak amacıyla törenler düzenlenirdi. Söz konusu bu inanış Mayalar haricindeki Aztek ve Tarasca gibi Mezoamerikan kültürlerinde de yer alıyordu. Zaman içinde, günümüzde Ölüler Günü (El Dia de los Muertos) adıyla bilinen ve insanların vefat edenlerin yaşamlarını kutlayarak adlarını hatırladıkları bir bayrama dönüşmüştür.

Zapotec Priest Figure
Zapotek Rahip Heykeli
James Blake Wiener (CC BY-NC-SA)

Ne var ki hatırlanması ve onurlandırılması gerekenler yalnızca insanlar değil, aynı zamanda bilim insanlarının Mısır Tanrısı (Maize God) olarak bahsettikleri çok önemli bir tanrıydı. Bu Mısır Tanrısı (Maize God), Xibalba Lordları tarafından öldürülüp oğulları olan Kahraman İkizler sayesinde hayata döndürülen ve yeraltı dünyasında Mısır olarak ortaya çıkan ''Hun Hunahpu'' ya da ''I. Head-Apu'' şeklinde ölüp ölüp dirilen bir tanrı figürüdür. ''Tepe tıraşı'' Mısır Tanrısı (Maize God) ya da ''Yapraklarla Süslenmiş'' Mısır Tanrısı (Maize God) yaygın görülen Maya ikonografisi simgeleridir. Mısır koçanına benzeyen uzun başı, mısır ipeğine benzeyen uzun, dalgalı saçı ve mısır sapını sembolize eden yeşim taşıyla süslü, ebedi anlamda genç ve gösterişli tasvir edilmiştir. Mayalarca o kadar değerli görülürdü ki, anneleri küçük yaştaki oğullarının başlarını bağlayarak alınlarını düzleştirip ona benzemeleri amacıyla başlarını uzatıverirlerdi.

Günümüzde Chichen Itza (ya da okunuşuyla ''Çiçen İtza'') arkeolojik sit alanındaki büyük piramidi her yıl milyonlarca insan tarafından ziyaret edilen en büyük ve en popüler tanrı Gucumatz (''Kukulcan'' ve ''Quetzalcoatl'' olarak da bilinir) tarafından gölgesinde bırakıldığında bile Mısır Tanrısı (Maize God) Mayalar nezdinde varlığını önemli bir konumda sürdürmüştür. Güneş, her yılın çifte ekinokslarında (gün-tün eşitliği, gece-gündüz eşitliği) piramidin merdivenlerinde yukarıdan aşağıya doğru inen büyük bir tüylü yılana benzeyen bir gölge oluşturur; bunun büyük Kukulcan'ın göklerden inerek yeryüzüne dönüp bereketini verdiği düşünülmektedir. Günümüzde bile insanlar bu hadiseye tanıklık etmek, geçmişi hatırlamak ve gelecek hakkında umut beslemek amacıyla ekinoks dönemlerinde Chichen Itza'da toplanmaktadır.

Yunan & Roma Dönemi'nin Dinin Yeri

Dini ibadetlerin bir gereği olarak ölüleri hatırlamanın taşıdığı öneme Yunanlıların inançlarında da rastlamak mümkündü. Yaşayanlar tarafından ölülerin hatırlanmaya devam edilmesi, ölen kimsenin ruhunun öteki dünyada da varlığını sürdürmesini sağlıyordu. Yunanlılar, sözü edilen öteki kültürler gibi, çoğu zaman insanlara karşı sorumluluğunu yerine getiren ama aynı zamanda kendi hazlarının peşinde koşan pek çok tanrıya inanıyorlardı.

PLATON (EFLATUN) YUNANLILARIN TANRILAR ANLAYIŞINI SÜREKLİ ELEŞTİRMİŞ, KRİTİAS İSE TANRILARINN BAŞKALARINI TARAFINDAN DİĞER İNSANLARI İDARE ETMEK ÜZERE YARATILDIĞINI İDDİASINDA BULUNMUŞTUR.

Felsefe ancak dinin halkın manevî ihtiyaçlarına karşılık vermediği bir kültürde gelişebileceğinden, tanrıların değişken tabiatı Yunanistan'da felsefenin gelişmesine katkıda bulunmuş olabilir. Platon (Eflatun) Yunanlıların tanrılar anlayışını sürekli eleştirmiş, Kritias ise tanrıların yalnızca insanlar tarafından başkalarını idare etmek üzere yaratıldığı iddiasında bulunmuştur. Ksenofanes (Eski Yunanca: Ξενοφάνης, M.Ö. 570-480), önceden de belirttiğim üzere, bu Yunan görüşünün tamamen yanlış olduğunu ve Tanrı'nın tasavvur edilemez nitelikte olduğunu öne sürmüştür.

Yine de Yunanlıların çoğunluğuna göre - ve toplumsal işleyişin merkezine yerleştirildiğinde - tanrılar onurlandırılmalıydı ve dolayısıyla onların dünyasına geçmiş olanlar da öyleydi. Sırf bir kimsenin artık yeryüzünde yaşamıyor olması, o kişinin unutulması gerektiği anlamına gelmiyordu, tıpkı bir kimsenin görünmez tanrıları onurlandırma yükümlülüğünü yerine getirmeyi unutması gibi. Tıpkı öteki antik (kadim) kültürlerde olduğu gibi Yunanistan'da da din, bireyin gündelik yaşantısına ve alışkanlıklarına tamamıyla entegre edilmiştir.

The Parthenon
Partenon
Andrew Griffith (CC BY-NC-SA)

Yunan halkı tanrılara devlet işlerinden tutun da aşk, evlilik ya da kişinin kendi mesleğiyle ilgili verdiği şahsi kararlarına kadar pek çok meselede danışmıştır. Antik (Kadim) bir hikâyeye dayanarak, yazar Ksenofon'un (Yunanca: Ξενοφῶν, M.Ö. 430 - 354) Sokrates'e gidip, Genç Kiros'un İran cephesine katılan ordusunda yer alıp almaması konusunda filozofun ne düşündüğünü sorduğunu anlatır. Bunun üzerine Sokrates onu Delfi'deki tanrıya bu soruyu sorması yönünde gönderir. Asıl sorusunu sormak yerine, Ksenofon Delfi'nin tanrısına bu girişimin başarıya ulaşmasını ve sağ salim dönülmesini garanti altına almak amacıyla pek çok tanrıdan hangisinden destek almanın en doğrusu olduğunu sordu. Görünen o ki doğru cevabı almış, zira Kyros'un felaket getiren seferinden sağ kurtulup Atina'ya dönmekle kalmamış, aynı zamanda ordunun büyük kısmını da kurtarmıştır.

Roma'nın dini inanışı da tıpkı Yunan'ınki gibi aynı paradigmaya dayanıyordu. Büyük ihtimalle Roma dini bir tür animizm şeklinde başlamış ve diğer kültürlerle etkileşime girdikçe gelişmiştir. Yunanlılar Roma dini üzerinde en önemli etkiye sahipti ve pek çok Roma tanrısı yalnızca Romalı isimlere ve ufak tefek değişikliklere sahip Yunan tanrılarıydı.

Roma'da tanrılara yapılan ibadet devletin işleriyle yakından bağlantılı olup toplumdaki istikrarın insanların tanrılara ne kadar hürmet ettiğine ve onları onurlandırmak üzere gerçekleştirilen ritüellere ne kadar katıldığına dayandığı düşünülürdü. Vestal Bakireler (Sacerdos Vestalis) bu inanışın bilinen bir örneğidir; bu kadınların Vesta'yı ve tanrıçanın insanlara verdiklerini sürekli onurlandırmak üzere içtikleri yeminlere bağlı kalacaklarına ve vazifelerini sorumlu bir tavırla yerine getireceklerine inanılırdı.

Her ne kadar Romalılar başlıca tanrılarını Yunan'dan alsalar da, Roma dini kurulup devletin refahına bağlı olduktan sonra artık hiçbir yabancı tanrıya müsamaha gösterilmemiştir. Mısır'ın gözde tanrıçası İsis'e olan ibadet şekli Roma'ya ulaştığında, İmparator Augustus bu tanrıçanın adına tapınak inşa edilmesini ya da ona ibadet edilirken halka açık törenler gerçekleştirilmesini yasaklamıştır, zira yabancı bir tanrıya gösterilen bu tarz bir alakanın hem hükümetin otoritesine hem de yerleşmiş dini inançlara gölge düşüreceğini düşünmüştür. Romalılar nezdinde tanrılar her şeyi kendi iradelerine göre yaratıp evrenin mümkün olan her şeyi eksiksiz yerine getirmesini sağlamışlardı ve insanlar da onlara bu lütuflarından dolayı hürmet göstermekle yükümlüydüler.

Vestal Virgin by Canova
Vesta Bakiresi, Antonio Canova
Getty Museum (CC BY-NC-SA)

Aynı durum yalnızca Roma panteonunun ''büyük'' tanrıları açısından değil, aynı zamanda evin içindeki ruhlar bakımından da söz konusuydu. Penateler, bir kimsenin yaşadığı evin güvenliğini ve düzenini sağlayan kilerdeki dünyevi ruhlardı. Bu ruhlara şükran duymak ve kişinin evine girip çıkarken onların varlığını unutmaması beklenirdi. Penatelerin figürleri dolaplardan çıkarılır ve yemek esnasında onları onurlandırmak gayesiyle masanın üzerine konur, ayrıca onların keyfi yerine gelsin diye ocağın başına kurbanlar konurdu. Kişi bu çabaları şükranla karşılamaya özen gösterirse sağlığı ve mutluluğu sürekli kılarak karşılığını alır, bunları ihmal ederse nankörlüğünden ötürü ıstırap çekerdi. Her ne kadar farklı kültürlere mensup dinlerde tamamen aynı türden ruhlara rastlanmasa da, mekânın - ve bilhassa evin içindeki ruhların tanınması yaygın bir durumdu.

Antik (Kadim) Dinlerde Görülen Yaygın Konular & Bunların Devamlılığı

Antik (Kadim) dünyadaki dinler, kültürlerin birbirleriyle hiçbir temasta bulunmamalarına rağmen, pek çok aynı kalıbı birbirleriyle paylaşmışlardır. Mayalar ve Mısır piramitlerindeki manevî ikonografinin, M.S. 19. yüzyılda John Lloyd Stephens ile Frederick Catherwood adlı araştırmacılar tarafından ilk kez dünyanın gündemine taşınmasından itibaren farkına varılmıştır; ancak antik (kadim) mitolojideki esas inanış kalıpları, hikâyeler ve başlıca önemli figürler her kültürde büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.

İnsanların yankı uyandıran ve kendi inanışlarına can veren benzer ya da aynı kalıplar her kültürde bulunmaktadır. Söz konusu bu kalıplar, insanların yaşantısıyla bizzat yakından alakadar olan pek çok tanrının varlığı; konuşan, şekil veren ya da buyruk veren tabiatüstü bir varlık sayesinde ortaya çıkan yaratılış; en büyük ve ilk tanrıdan türeyen öteki tabiatüstü varlıklar; yeryüzünün ve insanların yaratılışına getirilen tabiatüstü bir izahat; insanlar ile yaratıcı tanrıları arasındaki ibadet ve kurbanı gerekli kılan bir ilişkiyi barındırmaktadır.

ÖLEN VE DİRİLEN TANRI FİGÜRÜNÜN TEKRARLANMASI SÖZ KONUSUDUR; BU TÜRDE GENELLİKLE GÜÇLÜ BİR VARLIK OLMAKTA, HALKININ HAYRI UĞRUNA ÖLMEKTE YA DA ÖLDÜRÜLMEKTE VE YENİDEN DİRİLMEKTEDİR.

Ayrıca Ölen ve Dirilen Tanrı figürünün tekrarlanması da söz konusudur; bu türde figür genellikle kendisi de güçlü bir varlık olmakta, halkının hayrı uğruna ölmekte ya da öldürülmekte ve yeniden dirilmektedir: Bunlar Mısır'da Osiris, Hindistan'da Krishna, Mezoamerika'da Mısır Tanrısı, Roma'da Bacchus, Yunanistan'da Attis, Mezopotamya'da Tammuz'dur. Bu tanrılar çoğunlukla dünyevi varoluşa benzer (Mısır ve Yunanistan), dünyadaki yaşamın karşıtı (Mezoamerika ve Mezopotamya) ya da her ikisinin bir karışımıdır (Çin ve Hindistan).

Söz konusu bu farklı dinlerde yankılanan ruhani mesaj Fenike'den (M.Ö. 2700) Sümer'e (M.Ö. 2100) Filistin'e (M.Ö. 1440) Yunanistan'a (M.Ö. 800) ve oradan da Roma'ya (yaklaşık M.S. 100) kadar uzanan geniş bir coğrafyada yer alan metinlerde tekrarlanarak kendilerinden sonraki din mensuplarının inançlarına yön vermiştir. Hatta bu konuya Yahudilikte, kardeşleri tarafından Mısır'da köle olarak satılan, Potifar'ın karısının suçlamalarının ardından zindana atılan ve ardından özgürlüğüne kavuşan Yusuf (Yaratılış 37, 39-45) üzerinden değinilmektedir. Her ne kadar fiilen ölmese de, simgesel olarak 'yeniden dirilişinden' ötürü ülkeyi içinde bulunduğu kıtlık durumundan kurtararak, diğer yenileyici figürlerde olduğu gibi insanların ihtiyaçlarını temin eder.

Fenike'de tanrı Yamm'ın yarattığı karmaşaya meydan okuyarak ölüp dirilen büyük tanrı Baal'ın hikâyesi (Herodot'a bakılırsa) Sur (İngilizce: Tyre, Fransızca: Sour) kentinin kuruluşundan (M.Ö. 2750) önce de biliniyordu ve Yunanlıların ölüp dirilen tanrı Adonis'in hikâyesi de (M.Ö. 600 civarı) Tammuz'a dayanarak daha önce anlatılan eski Fenike hikâyelerinden alınmış ve meşhur ''İnanna'nın Türeyişi'' adlı efsanede Sümerliler (ve daha sonra Persler) tarafından da kullanılmıştır..

Baal Statue
Baal Heykeli
Jastrow (Public Domain)

Bu ölüm sonrası yaşam, ölümün getirdiği yaşam ve elbette ölüm sonrasındaki mahşer konulu tema en büyük şöhretini, ölen ile dirilen Tanrı İsa Mesih'in sözünü antik (kadim) dönemlerdeki Filistin, Küçük Asya, Yunanistan ve Roma'da yayan Aziz Pavlus'un (M.S. 42-62 civarı) müjdeleme faaliyetleriyle kazanmıştır. İnsanlığı kurtarmak uğruna ölen Tanrı'nın meshedilmiş oğlu olan İsa figürüne dair Pavlus'un öngörüsü, antik (kadim) inanış sistemlerinden alınmış ve İncil'i hazırlayan kitapların yazarı olan din bilginlerine yol göstermiştir.

Hristiyanlık dini, ölüm sonrası yaşama olan inancı standart hâle getirmiş ve mensuplarının ebedi yaşam elde edebilecekleri planlı bir dizi ritüel ortaya koymuştur. Böylece ilk Hristiyanlar, tanrılarına ibadet etmek konusunda kendi tarzlarında ritüellere sahip olan Sümerlerin, Mısırlıların, Fenikelilerin, Yunanlıların ve Romalıların yolunda ilerlemiş oldular.

Hristiyanlardan sonra, Kuran'ın Müslümanlarca yapılan yorumcuları, Yüce Allah'ı (veya Tanrı) idrak etmek amacıyla, Hristiyanlık, Yahudilik ya da antik (kadim) ''pagan'' dinlerinden büyük ölçüde farklı olsa da, 5000 yıl önce Mısır panteonunda ibadet amacıyla uygulanan ritüellerle aynı amaca yönelik olan kendi dini ritüellerini oluşturmuşlardır: İnsanoğluna mücadelelerinde, yaşadıkları sıkıntılarda ve elde ettikleri zaferlerde yalnız olmadıklarını, temel dürtülerini dizginleyebileceklerini ve ölümün varlığın sonu olmadığını idrak etmelerini sağlamak. Antik (Kadim) dünyanın dinleri insanların yaşam ile ölüm konusundaki sorularına yanıtlar sunmuştur ve günümüzde bu bağlamda dünya üzerinde uygulanan inançlardan hiçbir farkı yoktur.

Çevirmen Hakkında

Burak Yildiz
1994 yılında Türkiye'nin güneydoğusunda, Diyarbakır'da doğdum. İstanbul'da yaşıyorum. Mütercim Tercümanlık (İngilizce) mezunuyum. TEDx platformunda 2021 yılından beri Gönüllü Çevirmenlik yapıyorum. Liseden itibaren tarihe çok ilgim var.

Yazar Hakkında

Joshua J. Mark
Serbest yazar ve yarı zamanlı olarak New York Marist College'da Felsefe bölümü öğretim üyesi olarak çalışan Joshua J. Mark; Yunanistan ve Almanya'da yaşadı ve Mısır'ı seyahat etti. Tarih, edebiyat, yazı ve felsefe sahalarında lisans seviyesinde ders vermektedir.

Bu Çalışmayı Alıntıla

APA Style

Mark, J. J. (2018, Mart 23). Antik Dünyada Din [Religion in the Ancient World]. (B. Yildiz, Çevirmen). World History Encyclopedia. alınmıştır https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-131/antik-dunyada-din/

Chicago Formatı

Mark, Joshua J.. "Antik Dünyada Din." tarafından çevrildi Burak Yildiz. World History Encyclopedia. Son güncelleme Mart 23, 2018. https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-131/antik-dunyada-din/.

MLA Formatı

Mark, Joshua J.. "Antik Dünyada Din." tarafından çevrildi Burak Yildiz. World History Encyclopedia. World History Encyclopedia, 23 Mar 2018. İnternet. 27 Nis 2024.