Mezopotamya (Yunanca; iki nehir arası anlamında) doğu Akdeniz, kuzeydoğu Zagros Dağları ve güneydoğu Arap Platosu ile sınırları olan, günümüz Irak, İran, Suriye, Kuveyt ve Türkiye sınırları içinde kalan bazı bölgelere karşılık gelen, Bereketli Hilal ve medeniyet beşiği olarak bilinen eski bir coğrafyanın adıdır.
Adında bulunan “iki nehir” terimi ile Dicle ve Fırat nehirlerine atıfta bulunur. Arazisi suyla çevrili olup Arapça’da “El Cezire” (Ada) olarak tanımlanır. Basra Körfezinin kuzey ucundan yer alan ve Kutsal Kitap İncil’de Cennet Bahçesi olarak ifade edilen bu bölge “Mısır Bilimci J.H.Breasted (1865-1935) tarafından 1916 yılında “Bereketli Hilal” kavramı ile tanımlanmıştır.
Mezopotamya, aynı zamanda, dünya kültürüne ve sosyal gelişmesine önemli katkıları olan, binlerce yıllık zamana yayılan farklı birçok medeniyete ev sahipliği yapan bir coğrafyanında adıdır. Yazı’nın ve tekerleğin bulunması, denizcilik, 24 saatlik gün kavramı, bira yapımı, medeni hakların düzenlenmesi ve ekin sulama işleri gibi günümüzde bile gündelik yaşamın seyrinde doğal bir şekilde yerine getirilen faaliyetler pek çok yönüyle ilk olarak büyük Mezopotamya uygarlıklarına ev sahipliği yapan, iki nehir arasında yer alan bu topraklarda geliştirilmiştir.
Medeniyet Beşiği
Mısır ve Yunanistan’ın daha ziyade birleşik uygarlıklarından farklı olarak Mezopotamya medeniyeti, yegâne gerçek bağları olan yazıları, tanrıları ve kadınlara karşı tutumlarıyla çeşitli kültürlerin bir koleksiyonu halindeydi. Sümer halkının sosyal gelenekleri, yasaları ve hatta dilli Akadlar döneminden farklıydı ve Babil Uygarlığındakilere karşılık geldiği şeklinde de dikkate alınmaz. Bununla birlikte, farklı bölge ve farklı dönemlerde tapınılan tanrıların adları farklı olmasına rağmen, kadın haklarının olması (bazı dönemlerde), okur-yazarlığın önemi gibi konuların ve tanrılar panteonunun bölge genelinde paylaşıldığı görülüyor.
Mezopotamya, bütün bu konulardan dolayı, tek bir uygarlık şeklinde ele alınmaktan daha ziyade, birden fazla imparatorluk ve medeniyet üretmiş bir coğrafya olarak anlaşılmalıdır. Esas itibariyle, MÖ dördüncü bin yılda, Mezopotamya diye anılan coğrafyada, Sümer bölgesinde meydana gelen önemli iki gelişmeden dolayı “uygarlığın beşiği” olarak bilinmektedir:
- Şehir hayatının gelişmesi; günümüzde bile bilindiği şekliyle,
- Yazının icadı ( Mısır’da, İndus Vadi’sinde, Çin’de geliştiği ve Orta Amerika’da bağımsız bir şekil aldığı da bilinir)
Tekerleğin icadı da Mezopotamyalılara atfedilir; Arkeolog Sir Leonard Woolley günümüzde, 1992 yılında, “tarihin en eski tekerlekli aracı olarak [antik Ur Şehri’ninin bulunduğu yerde]; deri lastikleriyle iki adet dört tekerlekli araba kalıntısını” keşfetmiştir (Bertman,35). Yine Mezopotamyalılara atfedilen önemli diğer gelişme ve icatlar arasında; hayvanların evcilleştirilmesi, tarım ve sulama işleri, yaygın aletlerin kullanımı, gelişmiş silahlar ve savaş sanatı, savaş arabası, şarap, bira, günlük zaman dilimlerinin saniye, dakika ve saat şeklinde belirlenmesi, dini ayinler, yelkencilik ve yasal kodların düzenlenmesi. Oryantalist Samuel Noah Kramer insanlığın uygarlık gelişmesine ilişkin “ilk” 39 konunun aslında Sümer kökenli olduğu listesini hazırlamıştır. Bu liste aşağıya çıkarılan konuları içermektedir:
İlk kurum olarak okullar, ilk çocuk suçluluk olayları, ilk “Sinir Savaşı” Olayı, ilk Meclis Kongresi, ilk Tarih Yazarı, İlk Vergi İndirim Uygulaması, İlk “Musa” kişi, İlk Yasal Emsal Uygulama, İlk Farmakope (tıbbi ilaç dozu) , ilk “Çiftçi Yıllığı”, ilk Gölge Ağaç Bahçecilik Deneyimi, İnsanın ilk Kozmogoni ve Kozmolojisi, ilk Ahlaki İdealler, ilk “Meslek” icrası, İlk Atasözleri ve Deyişler, İlk Hayvan Masalları, İlk Edebi Tartışmalar, ilk Kutsal Kitap Paralellikleri, İlk “Nuh Peygamber” tabiri, İlk Diriliş Hikâyesi, İlk “Aziz Yorgi” kişi, İlk Edebiyat Ödülünün Verilmesi, İnsanın İlk Kahramanlık Çağı, İlk Aşk Şarkısı, İlk Kütüphane Katalogu, İnsanın İlk Altın Çağı, İlk “Hasta” Toplum Kavramı, Ayinsel İlk Ağıtlar, İlk Mesihler, İlk Uzun Mesafe Şampiyonu, İlk Edebi İmge, İlk Seks Sembolizmi, ilk Çile Yolu Hikâyesi, İlk Nini Söyleme, İlk Edebi Portre, İlk Mersiyeler, Emeğin İlk Zaferi ve İlk Akvaryum.
MS 1840’lardan itibaren başlayan arkelojik kazılarda, tarımsal verimlilik şartları eski avcı-toplayıcı bir toplumun bölgeye yerleşmesine yol açan, hayvanları evcilleştiren, tarım yapılmasına ve sulama işlerinin geliştirilmesine olanak veren, Dicle ve Fırat nehirleri arasında konumlanan Mezopotamyada MÖ 10.000 yılına tarihlenen insan yerleşimlerinin olduğu görülmektedir. Kısa bir süre sonra ticari faaliyetler bu gelişmeleri izledi, ulaşılan refah seviyesiyle birlikte kentleşme yaşandı ve ondan sonra şehrin doğuşu meydana geldi. Ticaretin gelişmesinden dolayı yazının bulunduğu düşünülüyor: Çünkü uzak mesafeli iletişim ihtiyacı meydana gelmişti ve hesapların daha dikkatli takip edilmesi gerekiyordu.
Eğitim ve Din
Mezopotamya, antik dönemde öğrenim yeri olarak biliniyordu ve Milet’li Thales’in (MÖ 585, ilk filozof olarak bilinir) Mezopotamya’da eğitim gördüğüne inanılır. Babilliler suyun “ana madde” olduğuna ve diğer herşeyin suyu izlediğine inandıkları ve Thales’in de bu yönde iddiasıyla ünlü olduğu için, Mezopotamya’da eğitim almış olması muhtemel görünüyor.
Entelektüel arayışlar Mezopotamya’da çok değerliydi; okulların (öncelik rahipler sınıfına adanmış) tapınaklar kadar olduğu, okuma-yazma, din, hukuk, tıp ve astroloji öğretildiği söylenir. Mezopotamya kültürü; tanrılar panteonunda 1000’den fazla tanrı ve tanrılarla ilgili birçok hikâye vardır (aralarında yaradılış Mit’i, Enuma Elish). İnsanın Cenneten Çıkması ve Büyük Tufan (diğerlerinin yanısıra) gibi Kutsal Kitap İncil’de yeralan anlatıların, ilk olarak Adapa Efsanesi ve dünyanın yazılı en eski destanı olan Gılgamış Destanı gibi kitapların Mezopotamya eserlerinden kaynaklandıkları için köklerini Mezopotamya geleneğinden aldıkları kabul edilir. Mezopotamyalılar tanrılarla işbirliği içinde olduklarına ve topraklarında ruhlar ve iblislerle dolu olduğuna inanıyorlardı (“İblisler” terimi modern, Hıristiyanlık anlamında anlaşılmmalıdır).
Mezopotamyalılar dünya başlangıcının, tanrılarının kaos güçlerine karşı kazandığı bir zafer olduğuna inanıyorlardı ancak, tanrılar zafer kazanmış olsalar bile, zaferleri, kaosun tekrar gelmeyeceği anlamına gelmiyordu. Mezopotamyalılar, gündelik ritüellere riayetle, tanrılara dikkat etmekle, geleneklere uygun cenaze töreniyle, en basit haliyle yurttaşlık görevini yerine getirmekle dünyada dengenin sağlanmasına yardımcı olduklarını, kaos ve yıkım güçlerini kendilerinden uzak tutuklarını düşünüyorlardı. Mezopotamya vatandaşları, büyüklerine saygı göstermeleri ve insanlara saygılı davranmaları beklentisi içinde olmalarının yanı sıra, her gün yaptıkları işlerin yanında tanrıları da onurlandırmaları gerekiyordu.
Meslekler
Mezopotamya’da hem erkekler ve hem de kadınlar çalışıyorlardı, “eski Mezopotamya esasında bir tarım toplumu olduğu için, başlıca meslekleri ekin/mahsul yetiştirmek ve hayvancılık idi” (Bartman,274). İcra edilen diğer meslekler arasında kâtiplik, şifacılık, zanaatkârlık, dokumacılık, çömlekçilik, ayakkabıcılık, balıkçılık öğretmenlik, rahiplik ve rahibelik vardı. Yazar Bertman’ın konuyla ilgili yazısı şöyledir;
Toplumun en üst katmanında, saray ve tapınak kalabalık personelinin hizmet ettiği krallar ve rahipler vardı. Daimi orduların kurulması ve emperyalizmin yayılmasıyla birlikte subaylar sınıfı ve profesyonel askerler Mezopotamya’nın büyüyen ve çeşitlenen iş gücünde yerlerini aldılar.
Kadınlar neredeyse erkeklerle aynı haklara sahiptiler; arazi sahibi olabiliyor, boşanma davası açabiliyor, kendilerine ait işleri olabiliyor ve ticaret sözleşmeleri yapabiliyorlardı. Sözleşmeler, ticari düzenlemeler ve yazışmalar kil tabletler üzerinde çivi yazısı ile hazırlanır, kişinin kimlik formu olan silindir mühür baskısıyla imzalanırdı. Kil tablet kuruduktan sonra bazen kilden bir zarfa konulur ve mektubu veya sözleşmeyi yalnızca alıcının okuyabilmesi için tekrar kapatılırdı. Çivi yazısı, Babil dili, Sümr dili veya Sami dilleri gibi diğer dillerde yazı yazılırken kullanıldı, alfabetik düzende yazı uygulamaya konulana kadar yazılmaya devam etti. Alınan malların makbuzları da çivi yazısıyla tabletlere yazılırdı (edebiyat da dâhil, her şeyde olduğu gibi). Bu uygulama, papirüs veya kâğıt üzerine yazılan belgelerden çok daha uzun zaman sürmüştür.
Dünyada en eski “Bira” alındı makbuzu, Ur şehrinde düzenlenen Alulu Makbuzu (yaklaşık, MÖ 2050) olup Mezopotamyada yazılmıştır. Başlangıçta, ilk bira ve şarap üreticileri, toplumda ilk şifacılar kadınlar olmuşlardı. Bu ticari faaliyetleri daha sonra erkekler devraldı ve kazançlı meslekler olduğunu anladılar. Bununla birlikte, kişinin yaptığı her bir iş/meslek, hiçbir zaman basit bir “iş” olarak görülmezdi; kişinin topluma ve dolayısıyla tanrıların dünyayı barış ve ahenk içinde tutma çabasına katkı olarak görülürdü.
Binalar ve Devlet
Her şehrin merkezinde bulunan tapınak (bölgeye özgü basamaklı bir pramit yapı olan ziggurat olarak bilinir), başşehre bağlı diğer şehir topluluklarının tapacakları şehir koruyucu tanrısının önemini sembolize ediyordu. Her şehrin koruyucu tanrısını onurlandırmak üzere kendine ait zigguratı vardı (büyük şehirlerde birden fazla). Mezopotamya, insanlık tarihinde, genellikle güneşte kurutulmuş tuğladan inşa edilen ve dünyada ilk şehirlerinin doğumuna kaynaklık etmiştir. Yazar Bertman bu konuda şöyle yazar;
Mezopotamya ev mimarisi, üzerinden kurulu olduğu topraklardan doğmuştur. Mısır’ın aksine, Mezopotamya – özellikle güneyinde – inşaat için çıkarılabilecek taştan yoksun bir coğrafyaydı. Arazisi, kereste için de ağaçlardan yoksundu. Bu nedenle, bölge insanı elinde bolca bulunan diğer doğal kaynaklara yönelmiştir: Nehir kaynaklarında bulunan çamurlu kil ve bataklıklarda yetişen sazlar ve sazlık alanlar. Mezopotamyalılar bu malzemeyle dünyanın ilk stünları, kemerleri ve çatılı yapılarını inşa ettiler.
Basit yapılı evler, birbirlerine bağlanmış ve toprağa yerleştirilmiş saz demetlerinden inşa edilirken, daha karmaşık malzeme ile yapılan diğer evler güneşte kurutulmuş kil tuğlalardan inşa edilirdi (Mısırlılar da daha sonra bu yapım şeklini uyguladılar). Ünlü ziggurat yapılarıyla şehirler ve tapınak kompleksleri, fırınlanarak kurutulmuş kil tuğlalar kullanılarak inşa edildiler ve sonra boyandılar.
Tanrıların herbir inşaat projesinin planlanmasında ve sözkonusu projenin yürütülmesinde var oldukları düşünülüyordu. Tapınmayı uygun gördükleri tanrıya belirli bir düzen dâhilinde okunan çok özel dualar, projenin başarısında ve inşa edilen binada yaşayan insanların refahında son derece önemli olduğu kabul ediliyordu.
Mezopotamyada hangi krallık ve imparatorluk hâkim olursa olsun, tanrıların insanın yaşamında oynadığı hayati rolü düşüncesinde hiç azalma olmadı. İlahi olana duyulan bu saygı, hem tarım/tarla işçisinin ve hem de kralın yaşamını karakterize ediyordu. Tarihçi Helen Chapin Metz bu konuda şöyle yazmakta;
Güney Mezopotamyada varoluşun istikrarsızlığı, oldukça gelişmiş bir din anlayışına yol açmıştır. Tarihi MÖ 5000’e kadar uzanan Eridu gibi Kült Merkezleri, Sümerlerin yükselişinden önce bile Hac ve İbadet Merkezleri olarak hizmet veriyorlardı. Mezopotamyadaki en önemli şehirlerin çoğu, Sümerler öncesi kült merkezlerini çevreleyen bölgelerde meydana çıkmış ve böylece din ile devlet arasında yakın ilişkiyi pekiştirmiştir.
Kralın rolü, MÖ 3600’dan sonraki bir aşamada belirlendi ve daha önce hüküm süren rahip hükümdarların aksine, kral doğrudan halkla temas etmeye başladı ve iradesini kendi tasarladığı yasalarla somutlaştırdı. Kral kavramından önce, rahip hükümdarların kanunları dini kurallara göre düzenledikleri, ilahi işaret ve kehanetler yoluyla ilahi mesajlar aldıklarına inanılırdı; Kral, bir yandan tanrıları onurlandırmaya ve gerektiğinde öfkelerini yatıştırmaya devam ederken, diğer yandan da, tanrıların iradesini, kendi sesini kullanarak, düzenlediği kurallar dikteleriyle söyleyebilecek kadar güçlü bir temsilci olarak görülüyordu.
Bu durum, Babil Hanedanlığı altıncı Kralı Hammurabi’nin (MÖ 1792-1750) düzenlediği ünlü Kanunlarında da açıkça görülüyor. Ancak, Mezopotamya tarihinde, tanrılarla doğrudan temas kuran hükümdar iddiası, özellikle Akkad Kralı Naram-Sin (MÖ 2261-2224) döneminde oldukça yaygındı. Kendisini “enkarne” bir tanrı ilan edecek kadar ileri giden bu Kral, halkının refahından sorumluydu ve ilahi bir iradeye göre hükmeden iyi bir kral sıfatıyla, hüküm sürdüğü topraklarda yükseltiği refah düzeyiyle tanınırdı.
Yine de, Akkadlı Sargon (MÖ 2334-2279) gibi çok etkili krallar bile, kralın yönetim meşruiyetine ittiraz eden gruplarla, bütün bölgelerde sürekli ayaklanmalar ve isyanlarla uğraşmak zorunda kaldılar. Mezopotamya, sınırları içinde farklı pek çok kültür ve etnisite barındıran geniş bir bölge olduğundan, merkezi bir hükümetin yasalarını uygulamaya çalışan bir hükümdar, kaçınılmaz olarak, her zaman olduğu gibi, belirli bir çevrenin direnişiyle karşı karşıya kalmıştır.
Mezopotamya Tarihi
Mezopotamya tarihi ve bölgede yükselen uygarlıkların gelişimi, en kolya şekilde, dönemlere ayrılarak anlaşılabilir;
Çömlekçilik Öncesi Çağı
Bu dönem, Taş Devri olarak bilinir (yaklaşık olarak MÖ 10.000, ancak, arkeolojik kanıtlar insan yerleşiminin çok daha erken bir dönemde olduğunu gösteriyor). İlkel yerleşimlerin arkeolojik teyidi ve kabileler arasında, büyük bir olasılıkla, ekin/tahıl ekmek için verimli toprak ve hayvan otlatmak üzere mera konusunda erken dönem savaş belirtileri var. Avcı-toplayıcı kültürden tarımsal kültüre geçişte bu dönemde hayvancılık giderek daha fazla geliştirildi. Tarihçi yazar Mark Van De Mieroop bu konuda şöyle bilgi veriyor;
Avcı-toplayıcılıktan, tarım toplumuna geçiş bir anda olmadı. İnsanların doğrudan kullandıkları kaynaklara bağlılıkları oranında artış oldu ve beslenme yöntemlerini vahşi hayvanları avlayarak destekledikleri yavaş seyreden bir süreç yaşandı. Tarım, insanların sürekli yerleşim ihtiyacının doğmasına yol açmıştır.
İnsanlığın yerleşim ihtiyacında daha fazla artış olunca, kalıcı konutların inşası alanı olan mimaride gelişme konusu daha sofistike hale geldi.
Çömlekçilik Neolitik Çağı (MÖ 7000)
Bu dönemde alet ve kilden çömlek kullanımı yaygın hale geldi, Bereketli Hilal diye tanımlanan bölgede kendine özgü bir kültür gelişmeye başladı. Akademisyen Stephen Bertman, taştan yapılmış aletler ve silahlar daha sofistike hale gelmeye başladıkça, “bu dönemin alet ve silah kullanımı, tek ileri teknoloji olup kelimenin tam anlamıyla, zirve teknolji” haline geldi diye yazar. Bertman ayrıca, “Neolotik dönem ekonomisi temelde tarım ve hayvancılık üzerinden gıda üretimine dayandığını” ve toplulukların yaşam seyrinin daha hareketli olduğu Taş Devrinin aksine, Çömlekçilik/Seramik Neolitik Çağı yaşam seyrinin daha yerleşik olduğunu açıklıyor. Seramik ve taştan yapılmış aletlerin üretiminde olduğu gibi, kalıcı yerleşim yerleri gelişmesinin ardından mimari alan da doğal olarak gelişmeye başladı.
Bakır Çağı ( MÖ 5900 – 3200)
Taştan yapılmış alet ve silah kullanım döneminden bakırdan yapılmış aletlere geçiş yapılması nedeniyle bu dönem, Kalkolitik dönem olarak da bilinir. Bu dönem; Mezopotamyada, bireysel konutların dağınık halde olduğu yerleşim yerlerinden, ilk tapınakların ve duvarsız köylerin inşa edildiği, adını Irak’ta en fazla sayıda sanat eserinin bulunduğu bölge olan Tell Al-Ubaid’den alan, Ubaid/Ubeyd Dönemini de (MÖ 5000-4100) ihtiva eder. Bu köylerin inşa süreci daha sonra, Eridu, Uruk, Ur, Kish, Nuzi Lagash, Nippur, Ngirsu ve Susa şehrini içeren Elam yerleşim bölgesinin de dâhil olduğu, özellikle Sümer bölgesinde, şehirlerin yükseldiği dönem olan Uruk Döneminde (MÖ 4100 – 2900) kentleşme sürecine yol açmıştır.
İlk şehirleşme Eridu ve Ur’da olduğu söylense de, en eski şehrin genellikle Uruk olduğu anlatılır. Tarihçi yazar Mark Van De Mieroop “Mezopotamya, antik dünyanın en yoğun şehirleşme yaşandığı bölgeydi” diye yazar (Bertman 201’de akatarıldığı şekliyle). Dicle ve Fırat nehir boylarında gelişen şehir yaşamı ile birlikte daha uzak alanlarda kurulan şehirler büyük bir refah düzeyi sağlayan ticari faaliyetler sistemini geliştirdi.
Bu dönemde Sümerler tarafından hem tekerleğin icat edilmesi (yaklaşık MÖ 3500) ve hem de yazının bulunması (yaklaşık MÖ 3600), rahip hükümranlıkların yerine alan krallıkların kurulması, dünyada ilk olarak Sümer ve Elam krallıkları arasında (MÖ 2700) savaşın olduğu, yapılan savaşta Sümerlerin galip geldiği kaydına tanıklık edilmiştir. Erken Hanedanlık Döneminde (MÖ 2900-2334) Uruk Döneminin tüm ilerlemeleri daha da geliştirildi, şehirlerde ve genel olarak yönetim kadamelerinde istikrar sağlandı.
Bölgede artan refah düzeyi, süslü tapınaklar ve heykeller, sofistike çanak-çömlek ve heykelcikler, çocuklar için oyuncaklar (kızlar için bebekler, erkekler için tekerlekli arabalar) mülk sahipliği ve kişisel imzayı ifade eden özel mühürlerin (Silindir Mühürler) kullanılmasına yol açmıştır. Silindir Mühürler, günümüzde bireyin sahip olduğu kimlik kartı veya ehliyet belgesiyle karşılaştırılabilir belgelerdi. Birinin mührünün kaybolması veya çalınması, günümüzde kimlik hırsızlığı veya kredi kartının kaybedilmesi kadar önemli bir durum olurdu.
Eken Bronz/Tunç Çağı (MÖ 3000 – 2119)
Bu dönemde, alet ve silahların yapımında kulanılan bronz malzeme, bakır malzemenin yerini almıştır. Şehir devletinin yükselişiyle, Akkad İmparatorluğunun (MÖ 2334-2218) yükselişine ve dönemin merkezleri, mürrefeh şehirlerden ikisi, Akkad ve Mari şehirlerinin hızla gelişmesine yol açan ekonomik ve siyasi istikrarın temeli atılmış oldu. Bölgede sanatın gelişebilmesi için gerekli olan kültürel istikrar, mimari ve heykel alanlarında daha karmaşık tasarımların olmasının yanı sıra, aşağıya çıkarılan sanatsal yaratımlar ve gelişmeler meydana geldi:
Bir dizi özel ve önemli buluşlar; pulluk ve tekerlek, savaş arabası ve yelkenli, eski Mezopotamya’nın en ayırt edici özelliği ve yegâne sanat biçimi; ülkede mülkiyet sahipliği ve gündelik yaşamda ticari faaliyet öneminin yaygın bir kanıtı olarak silindir mühür” Bertnman, 55-56).
Büyük Sargon dönemi Akkad İmparatorluğu, dünyanın ilk çok uluslu krallık yönetimiydi. Sargon’un kızı Enheduana (MÖ 2285-2250), edebi eserlerin, adıyla bilinen, ilk yazarıydı. Mari şehrindeki kütüphane 20.000’den fazla çivi yazılı tablet (kitap) vardı. Bu şehirdeki saray bölgenin en iyi sarayı kabul ediliyordu.
Orta Bronz Çağı (MÖ 2119-1700)
Asur Karllıkların (Asur, Nimrud, Sharukkin, Dur ve Ninova) genişleme kaydetmesi ve Babil Hanedanlığının (merkezi Babil ve Kalde) yükselişi ticarete elverişli bir atmosfer yarattı ve bunla birlikte savaşların da artmasına neden oldu. Akkad İmparatorluğunu devirmeyi başaran amansız göçebe Guti Kabilesi, Sümer krallıkları müttefik kevvetlerince yenilinceye kadar Mezopotamya siyasetine hâkim oldu.
Babil Kralı Hammurabi, bölgeyi fethetmek ve 43 yıl boyunca hüküm sürmek üzere görece belirsizliğin olduğu ortamdan faydalanarak yükseldi. Kaydettiği pek çok başarısı arasında, tanrıların dikili taşlara kazınmış ünlü kanunları var. Babil şehri, bu dönemde entelektüel arayışların olduğu, sanat ve edebiyatta yüksek başarıların elde dedildiği önde gelen bir merkez haline geldi. Ancak, bu kültür merkezi faaliyetleri uzun sürmedi, Hititler’in yağmalanmasına uğradı ve ardından da Kassitlerin eline geçti.
Geç Bronz Çağı (MÖ 1700-1100)
Kassite Hanedanlığının (kuzeyda Zagros Dağlarından gelen ve günümüz İranında ortaya çıktığı düşünülen bir kabile) yükselişi, Kassitlerin Babil’i fethetmesinden sonra bölgede iktidar gücünde bir kayma olmasına, kültür ve öğrenim alanlarında genişleme olmasına yol açtı. Bronz Çağının Çöküşü, maden cevherinin nasıl çıkarılacağı ve demirden nasıl yararlanılacağı gibi faaliyetlerin keşfine neden oldu; bu alanlarda kullanılan teknolojiyi Kassitler ve daha önce Hititler savaşta tekil olarak kullandılar.
Bu dönemde, Elamlılar’ın, yenip kovaladıkları zamana kadar Kassitlerin gücünün yükselişe geçmesi nedeniyle Babil kültürünün düşüşü başlangıcına tanıklık edildi. Elamlılar yerlerini Aramilere bıraktıktan sonra, küçük Asur Krallığı başarılı bir dizi sefer başlattı. Asur İmparatorluğu, Tiglat Pileser I (MÖ 1115-1076) döneminde ve ondan sonra Asurnasirpal II (MÖ 884-859) yönetiminde sağlam bir şekilde kuruldu ve gelişme kaydetti. Mezopotamya devletlerin çoğu, Bronz Çağının Çöküşünden sonra, yerlerini kısa bir dönem süren “Karanlık bir Çağa” bırakarak, ya yıkıldılar veya zayıflamaya başladılar.
Demir Çağı (MÖ 1000-500)
Demir Çağında, III. Tiglat Pileser (MÖ 745-727) iktidari dönemi, Neo-Asur İmparatorluğu yükselişi ve genişlemesi yaşandı. Demir Çağı, aynı zamanda, Babil, Suriye, İsaril ve Mısır ülkesini fetheden hükümdarlar olan II. Sargon (MÖ 722-705), Sanherib (MÖ 705-681), Esarhadon (681-669) ve Asurbanipal (MÖ 668-627) gibi büyük Asur krallarının hızlı bir şekilde iktidara yükselişlerine ve fetihlerine tanıklık etmiştir. Bu Çağda, Neo-Asur İmparatorluğunun MÖ 612’de Babilliler, Medler ve İskitler döminde yapılan ve tekrarlanan saldırlar nedeniyle hızlı bir şekilde yükselişinde olduğu gibi düşüşü de yaşandı.
Hitit ve Mitani kabileleri, Neo-Hitit ve Neo-Babil İmparatorluklarının yükselişiyle sonuçlanan bu dönemde güçlerini birleştirdiler. Babil Kralı II. Nebukadnezar (MÖ 605/604-562) bu dönemde Kudüs’ü yerle bir ederek (MÖ 588) İsrail halkını “Babil Sürgününe” gönderdi. Kral Nebukadnezar, aynı zamanda, İştar Kapısı ve Büyük Ziggurat (Babil Kulesi) gibi kapsamlı yapıların inşası ve gelişmesi sorumluğunu aldı. Babil İmparatorluğunun, Pers/İran Hükümdarı II. Kiros (Büyük Kiros MÖ 550-530) dönemi, MÖ 539’da yıkılması, Babil kültürünün de etkin bir şekilde sona ermesine yol açtı.
Klasik Antik Dönem (MÖ 500 - 600)
Kral II. Kiros Babil’i aldıktan sonra, Mezopotamya’nın büyük bir kısmı Ahameniş Pers İmparatorluğunun bir parçası haline geldi ve bu dönemde, Mezopotamyada bir dizi değişikliği içeren hızlı kültürel değişimler meydana geldi. En önemli değişimlerden biri; çivi yazısı bilgisinin kayba uğraması oldu. Makedonya Kralı Büyük İskender’in MÖ 331’de Pers ülkesini fethetmesiyle birlikte, kültür ve dini alanda Helenleşme/Yunanlaşma yaşandı. Ancak, Büyük İskender Babil şehrini yeniden önemli bir şehir yapmaya çalışsa da, bu büyük kralın ihtişamlı günleri artık geçmişte kalmıştı.
Büyük İskender’in ölümünden sonra, Generallerinden Selevkos Nicator (MÖ 305-281) bölgenin kontrolünü ele geçirdi, Sasani İmparatorluğunu (MÖ 224-651) kuran Sasanilerin yerine göre egemen odukları, Part İmparatorluğunun MÖ 63’te bu toprakların fethine kadar devam eden Selevkos İmparatorluğunu kurdu (MÖ 312-63). Sasaniler, daha önceki Mezopotamya uygarlıklarının mirasını onurlandı ve yapılan katkılarını da korumaya devam ettiler.
Part İmparatorluğu (MÖ 247-MS 224) ve Sasaniler dönemi arasında Roma İmparatorluğu (MS 198) bu topraklara yerleşti (Roma, MS 116-117’de, erken dönemde bu topraklara gelmiş, ancak, geri çekilmişti). Romalılar, bölgede daha iyi yollar açtılar, su tesisat sistemini getirerek kolonilerin altyapı sistemini büyük ölçüde geliştirdiler ve Roma Hukukunu bu topraklara getirdiler. Birçok Roma İmparatoru, bu gelişmelerin yanında, ilk önce Partlar ve daha sonra Sasaniler ile savaşa girerek, bölgeyi sürekli olarak kontrol altına almaya çalıştı.
Hukuk, dil, kültür ve dini konuları İslami bir çatı altında toplayan Müslüman Arap güçleri MS 7.yüzyılda Mezopotamyayı fethettiler, Sasaniler döneminde korunan bölge eski kültürünü tahrip ettiler ve bu topraklarda yıkım yarattılar. Bölge kültürünün bazı yönleri korunmaya devam edilirken, yazar Bartman’ın ifade ettiği gibi, “MS 651’de İslami fetihlerden sonra eski Mezopotamya tarihi de sona ermiş oldu”. Bir zamanlar Dicle ve Fırat boylarında yükselen büyük şehirlerin büyük çoğunluğu, günümüzde artık, daha kazılmamış tümsekler ve kurak ovalarda kırık tuğlalar haline gelmişlerdir. Bereketli Hilal bölgesi toprakları (arazinin aşırı kullanımı, bazı tarımsal çalışmalar veya kentsel gelişmeler gibi) insan faktörleri ve iklim değişiklerinden dolayı giderek daha da küçülüp çorak arazilere dönüşen alanlar halini almıştır.
Mezopotamya Mirası
Mezopotamya mirası: 60 saniye; bir dakika ve 60 dakika; bir saat gibi kavramlarla modern yaşamın en temel yönlerinden birçoğuyla bugün bile varlığını sürdürmektedir. Yazar Helen Chapin Metz konuyal ilgili şöyle yazar;
Topluluğun refahı, doğal fenomenlerin yakından gözlemlenmesine bağlı olduğu için, bilimsel çalışmalar veya bilim öncesi faaliyetler rahipler sınıfı zamanının çoğunu alıyordu. Örneğin; Sümerler, tanrıların her birinin bir sayı ile temsil edildiğine inanıyorlardı. Tanrı An’ı temsil eden kutsal 60 sayısı, temel hesaplama birimlerini teşkil ediyordu. Bir saat’lik zaman birimini oluşturan dakikalar ve bir daireyi gösteren dereceler Sümer döneminde kullanılan kavramlardı. Sümerlerin, fazla üretim elde etmesini sağlayan son derece gelişmiş tarım sistemi, rafine sulama ve kontrol sistemleri büyük şehirlerin gelişmesine de yol açmıştır.
Kentleşme, tekerleğin icadı, yazının bulunması, astronomi, matematik, rüzgâr enerjisi, sulama işleri, tarımsal gelişmeler, hayvancılık ve en nihayetinde İbranice Kutsal Yazılarından yeniden yazılan ve de Hıristiyan Eski Ahit’in temelini oluşturan anlatıların hepsi eski Mezopotamya topraklarından gelmiştir.
Samuel Kramer’ın Tarih Sümerlerden Başlar adlı kitabında, Sümerlerden gelen “ilk” 39 konu ve bu “ilkler” insanın hayatında ne kadar etkili olsa da, Mezopotamya’nın dünya kültürüne katkıları bunlar sınırlı değildir. Mezopotamyalılar, uzun mesafeye dayalı ticari faaliyetler ve kültürel yayılma yoluyla Mısır ve Yunanistan kültürlerini etkilediler. Mısır ve Yunanistan kültürleri üzerinden, Batı Uygarlığının gelişmesi ve yayılması için standart belirleyecek olan Roma kültürünü de etkilediler. Genel olarak Mezopotamya ve özel olarak Sümerler, dünyaya en kalıcı kültürel yönlerini verdiler, kurdukları şehirler ve inşa ettikleri büyük saraylar çoktan yıkılmış olsalar bile, bıraktıkları bu miras modern çağa kadar deva etmiştir.
Farklı miletlerden arkeologlar, 19.yüzyılda, Eski Ahit’in İncil anlatılarını doğrulayacak kanıtları kazılarda bulmak üzere Mezopotamyaya gittiler. O zamanmlar İncil’in dünyanın en eski kitabı olduğu kabul ediliyor ve sayfalarında yazılı anlatıların orijinal kompozisyonlar oldukları düşünlüyordu. İncil’de yer alan anlatıları desteklemek üzere fiziksel kanıt arayan arkeologlar, eski kil tabletler keşefedildiğinde tam tersini buldular ve üzerlerindeki işaretlerin ilahi bir tasarım değil, bir yazı biçimi olduğunu anladılar.
Akademisyen, çevirmen George Smith (1840-1876) Çivi yazılı bu tabletleri deşifre etti ve bu yazılarla Mezopotamya en eski uygarlık ürünlerini modern dünyaya açtı. Büyük Tufan ve Nuh’un Gemisi anlatısı, İnsanın Cenetten Çıkarılması, Cennet Bahçesi Kavramı ve hatta Eyüp’ün Şikâyetleri gibi konuların Mezopotamyalılar tarafından, İncil metinlerinden yüz yıllar önce yazıldığı anlaşıldı.
Çivi yazılar okundukça ve Mezopotamya antik dünyası modern çağa açıldıkça, insanların dünya tarihi ve kendi tarihleri anlayışını değiştirdi. Sümer Uygarlığının keşfi ve çivi yazılı tablet anlatıları, bilimin/bilginin tüm alanlarına yönelik yeni bir entelektüel sorgulama özgürlüğünü teşvik etti. Kutsal kitap İncil’de yer alan anlatıların orijinal İbranice eserler olmadığı, dünyanın aslında Kilisenin iddia ettiğinden daha eski olduğu, daha önce hiç kimsenin düşünmediği kadar çok önceden yükselen ve yıkılan bazı medeniyetlerin olduğu, bu iddialar Kilise otoriteleri ve okulları tarafından yapılmış olsalar da, aslında yanlış oldukları artık anlaşılmış oldu. Diğer iddialar da belki aynı şekilde yanlış idiler.
Akademisyen George Smith’in çivi yazılı tabletleri deşifre etmesinden sonra, 19.yüzyıl sonlarında gelişen sorgulama ruhu, kabul gören düşünce paradigmalarına meydan okumaya doğru yol almaya başladı. Diğer yandan da, Mezopotamya kültürü ve dini inancı konusunda yapılan keşifler, sorgulama ruhununu daha da cesaretlendirdi. Mezopotamya, eski zamanlarda yaptığı icatları, yenilikleri ve dini vizyonuyla dünyayı etkiledi; günümüz dünyasında insanların tarihi anlama biçimini ve insan uygarlığının devam edegelen hikâyesinde bireyin yerini kelimenin tam anlamyla değiştirdi.