Müzeler, düşünüldüğünden çok daha fazla zamandan beri var olmuşlardır. Ancak antik dünyada, genellikle büyük binalarda yer alan, heykellerle dekore edilen, eserlerin sergilendiği yerlerden ziyade esas olarak araştırma ve öğrenme kurumları olarak faaliyet göstermişlerdir. 'Müze' adı, bilgelik ve sanatla ilişkilendirilen Müzler'den (Dokuz Yunan Tanrıçası) türemiştir. Antik dünyadaki en öne çıkan örnek İskenderiye Müzesi olarak bilinmektedir. Bu müzenin bir kısmı, günümüzde çok daha ünlü olan İskenderiye Kütüphanesi'dir. Halkın sanat açısından eğlenebilmesi için, kraliyet saraylarındaki koleksiyonlar, tapınaklar, hamamlar ve kütüphaneler gibi çeşitli yerler vardı. Anıtsal sanat için ise, sirkler ve amfi tiyatrolar gibi kamusal alanlar vardı. Kısacası eski Akdeniz'in herhangi bir vatandaşı, mitoloji ve dinden hikayeler anlatan, edebiyat ve savaş olaylarını temsil eden, fethedilen topraklara veya uzak yerlere egzotik bir bakış açısı sağlayan sanat eserlerine hayranlık besleyebileceği yerlere sahipti.
Kökenler
Müze adı, Yunan mitolojisindeki her biri sanatta belirli bir beceriye sahip olan dokuz İlham Perisi'nden türemiştir. Örneğin kuşların şarkı söylediği doğal ortamlar gibi yerlerin İlham Perileri'yle ilişkilendirilmesi tipik bir durumdu. Bu tür kutsal yerler belli bir süre sonra, Müzler'in orada bulunduğuna inanıldığı için bir sunak ya da küçük bir tapınak halini almıştı. Bu yerler ilk 'müzeler'di. Güneybatı Boeotia'daki Helikon Dağı'nın, Hesiodos'un eserlerini ve sanatsal figürlerin heykellerini içeren bir müzenin bulunduğunu biliyoruz. Bu yer aynı zamanda, Yunan yazar Hesiod'un (M.Ö. 700 civarında) İlham Perileri ile tanıştığını iddia ettiği yerdi. Zaman ilerledikçe okullar, 'Müzlerin yeri' olarak anılmaya başlandı.
Platon (M.Ö. 428-347 civarları) ve Aristoteles (M.Ö. 384-322) gibi ünlü filozofların okullarının -sırasıyla Akademi ve Lyceum'un- her birinin Atina'da bulunan bir müzesi vardı. Lyceum (diğer adıyla Peripatos), özellikle sonraki kurumların izlediği bir modeldi. M.Ö. 335 civarında kurulan Lyceum'un araştırmacılarının ekip çalışması, ansiklopedik araştırmaları ve mümkün olduğunca çok sayıda eksiksiz belgesel kaynağı bir araya getirme hedefleri müzenin öne çıkan üç ayırt edici özelliğini oluşturmaktadır.
Kitaplar, Hamamlar ve Okullar
Antik çağda, genellikle kütüphaneler ve müzeler arasında belirli bir ayrım yoktu ve her ikisi de aynı binada yer alabilirdi. Antik kütüphane -Atina'dan İskenderiye'ye kadar- genellikle yasal, kutsal ve idari belgelerin saklandığı, zengin bir edebi eserler deposu ve derslerin duyulabileceği bir yerdi. İlk kütüphaneler çoğunlukla bir tapınağa veya kraliyet sarayına bağlıydı. Yunan kütüphaneleri kamu spor salonlarına bağlı hale geldi ve sonrasında ise özel kütüphaneler ortaya çıktı. İlk Yunan halk kütüphanesi, Atinalı Peisistratos'un (M.Ö. 527 civarı) çabalarının eseridir. Kütüphaneler felsefe okullarının ve eğitim kurumlarının evleri haline gelmişti. Belgeler genel olarak balmumu, kil tablet, papirüs, deri parşömen ya da parşömen kodeksi biçimindeydi. Buradaki olay, ziyaretçilerin -genellikle akademisyenlerin- günümüzde bir referans kitaplığına benzer şekilde gidip bu belgeleri okuyabilmeleri (ancak onları binadan çıkaramamaları) idi. Yazılar, bölmeli ahşap dolaplarda tutulmuş ve bunlar duvarlardaki nişlere yerleştirilmişti. Diğer nişler genellikle heykeller içeriyordu ve bu nedenle öğrenme ve sanat ile ilişkilendirilmişti.
Herhangi bir büyük şehirde, zaten oldukça güzel olan ortamlardan birini daha da güzelleştirmek için sanat eseri katkısında bulunulurdu: Zengin vatandaşların kütüphanelere parşömen bağışlaması gibi. Kütüphaneler kaliteli mermerler kullanılarak inşa edildi. Aynı zamanda bu kütüphaneler, göz alıcı mozaik zeminlere, genellikle taştan oturma yerlerine ve su kullanılan tasarımlarla tamamlanmış sütunlu bir bahçeye sahipti. Bunun sağlam belgelenmiş bir örneği ise Atina'daki Hadrian Kütüphanesi'dir (M.S. 132-134 civarında inşa edilmiştir). Şehrin en büyük kütüphanesi olan bu kütüphane, Pausanias tarafından "100 sütunlu Frig mermerinden yapılmış, koridor tavanları boyalı, kaymak taşından oluşan duvarları ve içinde kitapların saklandığı heykelli nişleri olan bina" (Attika) olarak mükemmel bir şekilde tanımlanmıştır. Atina'daki başka bir kütüphane olan Pantaenus'un kütüphanesinden günümüze kadar ulaşan bir söz şunu ifade eder: 'Hiçbir kitap dışarı çıkarılmayacak...Tan vaktinden öğlene kadar açığız.' (Hornblower, 830).
Romalılar, genellikle Roma hamamlarına bağlı halk kütüphaneleri fikrini imparatorluklarının her yerine yaymışlardı. Kitapların herkese ait olduğu fikri artık insanların aklına iyice yerleşmişti. Gerçekten de Roma Hamamları başlı başına bir tür müzeydi ancak bu sefer halka açıktı. Hamamlar, yalnızca yükselen kubbeleri ve kemerleri, süslü çeşmeleri, gösterişli mozaik duvarları ve tavanları olan görkemli yapılar olmakla kalmayıp, sıklıkla heykel ve sanat eserleriyle de süslenirdi. Heykeller sadece tanrıları değil aynı zamanda politikacıları, hatipleri, filozofları ve şairleri de temsil ediyordu.
Saraylar
Hükümdarlar fethettikleri topraklardan şaheserler topladıkça kraliyet sarayları da modern anlamda birer müze haline gelmişti. Tunç Çağı'nda bile Girit Minosluları, Ege'nin dört bir yanından değerli parçalar topluyorlardı. Maalesef ki, halkın geneli onları göremedi. Ancak hükümdarlar, uzmanlıklarını, yakın arkadaş çevrelerine ve misafir olarak ağırlanan büyükelçilere göstermekten her zaman zevk almıştı. Gerçekten de, değerli hediyelerin verilmesi uluslararası ilişkiler bakımından oldukça önemli olduğundan dolayı, diğer krallıklardan gelen elçiler birer koleksiyon kaynağıydı.
İlk kez M.S. 4. yüzyılda inşa edilen Konstantinopolis Sarayı, antik çağın belki de en ünlü örneğidir. Saray, güçlü bir hadım olan Lausus'un çabaları sayesinde her türlü eseri bünyesi altına aldı. Koleksiyonun öne çıkanları arasında Olympia'daki Zeus Heykeli (Dünyanın Yedi Harikasından biri ve M.S. 395'te oraya taşınmış), ünlü Yunan heykeltıraş Praxiteles'in Knidoslu Afrodit'i, Athena'nın zümrüt heykeli ve Samos'tan ünlü Hera heykeli yer alıyor. Bu eserlerin hiçbiri günümüze kadar ulaşamamıştır. Hristiyanlık ana din olarak kabul edildiğinde, birçok kutsal eşya Saray'a gönderildi. Bunlar arasında, bugün dünya çapındaki kiliselerde görülen, İsa Mesih'in, Pantokrator olarak bilinen klasikleşmiş pozunun bir taklidinin basıldığı; bir tür örtü olan Kutsal Mendil ikonu da vardı. Bu örtü, Haçlı şövalyeleri tarafından Fransa'ya götürülmüştü. Ancak daha sonra Fransız Devrimi esnasında ortadan kayboldu. Sarayın ana kapısı olan Halki Kapısı, Konstantinopolis'teki en büyük ikonu, Christ Chalkites olarak bilinen İsa Mesih'in yaldızlı bir temsilini sergilemekteydi.
Sarayın içinde, II. Justin (M.S. 565-574) tarafından yaptırılan ana seyirci salonu olan Hrisotriklinos vardı. Oda altın süslemelerle dolu olduğundan dolayı adı "Altın Salon" anlamına gelmektedir. Ziyaretçilerin Bizans İmparatoru'nun gücü ve zenginliği konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmadığından emin olmak için, Bizans İmparatorluğu'nun dört bir yanından gelen hazinelerle dolu pentapyrgion olarak adlandırılan büyük bir kabinesi vardı.
Tapınaklar ve Kutsal Alanlar
İçinde genellikle ahşap, altın ve fildişinden yapılmış harika bir tanrı heykelinin bulunduğu -Parthenon gibi zengin bir şekilde dekore edilmiş- tapınaklar ve Delos gibi kutsal alanlar, bugün bir müze veya galeri olarak gördüğümüz yerlerin başka bir biçimini sunuyordu. Delphi ve Olympia gibi alanlar, Akdeniz'deki şehir devletlerinden bağışlar alıyordu ve bunlar nakit olarak değil, tanrıların bağışçılara bir tür lütuf göstermesi umuduyla adanmış heykeller, küçük süslü binalar, üç ayaklı sehpalar, silahlar, miğferler, kalkanlar ve zırhlar şeklindeydi.
Bu açık hava alanlarının ve hazine binalarının çevresinde yapılacak bir tur, görenleri hayrete düşürecek ve ziyaretçiye yüzyıllar boyunca sanat ve askeri teknolojinin gelişimine dair bir fikir verecektir. Bazı eserler kendi ünlerini kendileri kazandı. Örneğin bunlar arasında: Delphi'de Corcyra'nın büyük bronz Boğası (M.Ö. 580), Argos krallarının on heykeli (M.Ö. 369 civarı), Rodos tarafından sunulan dev bir altın dört atlı araba ve devasa bir bronz heykel ve de Argives tarafından sunulan Truva Atı (M.Ö. 413 civarı) vardı. Hacıların takip ettiği Delphi'deki kutsal yolu kaplayan yüzlerce heykel vardı ve bunların sadece temelleri günümüze ulaşabilmiştir. Olympia'da buna benzer bir dizi heykel vardı ancak bu heykeller Olimpiyat Oyunları'nda galip gelen sporcularındı.
Sirkler
Yine bir açık hava müzesi olan başka bir tür müze, Roma'nın Circus Maximus'uydu. İlk olarak M.Ö. 6. yüzyılda inşa edilen Sirk, araba yarışlarına, gladyatör dövüşlerine, vahşi hayvan avlarına, halka açık infazlara ve Jüpiter'i onurlandıran yıllık Ludi Romani de dahil olmak üzere oyunlara ev sahipliği yapmak için kullanıldı. Sirk 250.000 seyirci kapasitesine sahipti ve sadece bu gösterileri değil, aynı zamanda arabaların etrafında yarıştıkları merkezi bariyeri veya spinayı süsleyen devasa anıtlar ve sanat eserleri koleksiyonunu da koltuklarından hayranlıkla izleyebiliyorlardı. Burada zengin ve ünlülerin bronz ve mermer heykellerinin yanı sıra Mısır'dan gelen dikilitaşlar vardı. Günümüzde, dikilitaşlardan ikisi Roma'da, biri Piazza del Popolo'da ve diğeri de Laterano'daki Piazza S. Giovanni'de bulunmaktadır.
Konstantinopolis Hipodromu'nun (M.S. 3. - 13. yüzyıl) spina'sı, tümü Bizans İmparatorluğu'ndan yağmalanan çok daha muhteşem sanat eserlerine sahipti. Erken tarihlerdeki Roma imparatorlarının anıtsal heykelleri, kartallar ve Yunan kahramanı Herkül gibi zaferle ilişkilendirilen figürler, muzaffer savaş arabalarının heykelleri ve Plataian tripodunun Yılanlı Sütunu gibi süs sütunları vardı. Bronzdan y apılmış üçlü yılanın bu ikinci harikası, Delphi'deki Apollon'un kutsal tapınağından yağmalanan, M.Ö. 5. yüzyıldan kalma bir adanmışlıktı. Bir zamanlar 8 metre (26 ft.) yüksekliğinde olan alt kısım bugün İstanbul'da hala ayaktadır. Tek tek bloklardan yapılmış dikilitaşlar da vardı. Ancak tamamen bronz kaplama ile kaplanmış sahte bir dikilitaş da buna dahildi. Başka bir Mısır dikilitaşı Karnak'tan kaldırılmıştı. Bu dikilitaş M.Ö. 15. yüzyılda III. Thutmose'un saltanatına tarihlenmektedir. Yüksekliği 25 metreden (82 ft.) fazla olan anıt şimdi İstanbul'un merkezinde bulunmaktadır.
Spina'nın yanı sıra, Roma dünyasındaki birçok kamu binası gibi, Hipodrom'un dışı da silah, zırh ve kalkan gibi savaş ganimetleriyle süslenmişti. Bunlar, Doğu'daki tüm halklara Roma İmparatorluğu'nun fethettiğini hatırlatmak için oraya asılmıştı.
İskenderiye Müzesi
Dünyanın en ünlü müzesi İskenderiye'deydi. İskenderiye Kütüphanesi'nden oldukça farklıydı. I. Ptolemaios (M.Ö. 366-282), İskenderiye Müzesi'nin (Mouseion) (M.Ö. 305) kurucusu olarak kabul edilmektedir. Ptolemaios Hanedanlığı, İskenderiye Müzesi ve Kütüphanesi'ni inşa etmek, bilginleri davet etmek ve Akdeniz'in her yerinden metinler almak için çok fazla zaman ve para harcadı. Çoğu antik kaynak, II. Ptolemaios'u (M.Ö. 285-246) kütüphanenin temeli olarak kabul eder. Bir yöneticinin emrinde çalışan kütüphaneciler, hiçbir kaynak ve hiçbir konuyu açıkta bırakmadan dünyanın en büyük bilgi deposunu inşa etme konusunda oldukça kararlıydılar. Bu çabaların bir sonucu olarak, kütüphane 500.000-700.000 parşömene sahip olmaktan gurur duyuyordu.
Müze kavramının modeli muhtemelen yukarıda bahsedilen Aristoteles'in Lyceum'uydu. Müzenin tam yeri bilinmiyor ama büyük olasılıkla kraliyet sarayının yakınında bulunduğu düşünülmektedir. Müze, devlet tarafından hem maaş hem de geçim masrafları ödenen yatılı akademisyenlerden oluşan bir ekibe sahip olan bir başkan veya baş rahip tarafından yönetiliyordu. Araştırma, kitap kopyalama ve ders vermek öncelikleriydi. Bu görevlerden ilki, özellikle bilim, mekanik, tıp, matematik, felsefe ve edebiyat bilimi alanlarında Müze'ye en çaplı ününü kazandırdı.
Yunan coğrafyacı Strabon (M.Ö. 64 - M.S. 24) Müze'nin aşağıdaki tanımını verir:
İçerisinde bir revak, kemeraltı ve Müze'de görev yapan ilim adamlarının yemeğinin temin edildiği büyük bir ev vardır. Bu topluluk ortak bir sermayeye sahiptir. Burada aynı zamanda daha önce krallar tarafından ancak sonrasında Sezar tarafından atanan Müze'den sorumlu bir rahip bulunmaktadır.
(Bagnall, 4633)
Müze ayrıca, siyasetten etiğe her türlü konuda tartışmaların yapıldığı akşam yemeklerine ve ara sıra bir sempozyuma (Klasik Yunanların ortaya çıkardığı gayri resmi içki partisine) ev sahipliği yaptı. Başka yerlerden daha ciddi olan İskenderiye Müzesi sempozyumlarında tartışılan sorunların çözümleri gelecek nesiller için de kaydedilmişti. Tartışma oturumlarına, VII. Kleopatra (M.Ö. 51-30) dahil olmak üzere hükümdarlar sıklıkla katılırdı. Müze ayrıca Kütüphanenin kitaplarının Ptolemaios İmparatorluğu'ndaki diğer şehirlere dağıtımını da yönetti. Müze ve Kütüphane, Jül Sezar'ın (M.Ö. 100) saltanatı sırasında yangından zarar gördü. Ancak yine de varlığını sürdürmeye devam etti ve hatta M.S. 2. yüzyılda Hadrian gibi Roma imparatorları tarafından daha da genişletildi. Müze ayrıca başka yerlerde, özellikle Bergama'da, Rodos ve Siraküza'daki diğer benzer kurumlara da ilham verdi. M.S. 272'de yıkılan İskenderiye Müzesi bir kez daha toparlandı ancak tekrar düşüşe geçti ve Müze'nin bilinen son üyesi, ünlü filozof ve matematikçi Hypatia'nın (370 - 415 civarı) hem matematik yorumcusu hem de babası olan İskenderiyeli Theon olarak kaydedildi. I. Theodosius'in (M.S. 379-395) M.S. 391'de tüm pagan yerlerini kapatma fermanını takiben, Müze tarihten silindi. Ancak British Museum ve Louvre gibi birçok müzenin bugün takip ettiği bir model yarattı. Sadece sanat eserleri ve eserler sunmakla kalmamış, aynı zamanda araştırma ve eğitim girişimlerini de finanse etmişti.